MÜSLÜMANLARIN HİNT HAVZASI TECRÜBESİ / Köşe Yazısı - Yusuf YAVUZYILMAZ

23.08.2016 20:52:27
Yusuf YAVUZYILMAZ

Yusuf YAVUZYILMAZ

 MÜSLÜMANLARIN HİNT HAVZASI TECRÜBESİ

                                 Müslümanların Mekke ve Medine’de başlayan tarihsel tecrübesi, İslam imparatorluğunun sınırların genişlemesi sonucu, hem diğer kültürel havzalarla tanıştı hem de yeni kültürel havzalara doğru genişlemesiyle orijinal sentezler ortaya çıktı. Kuşkusuz her yeni tecrübe yeni açılımlara ve yeni birikimlere yol açan etkenleri de içinde barındırır. Erken dönemde İslam’ın genişlediği ve yeni bir tecrübe sahası olan Hint alt kıtası da önemli bir tecrübe havzası olmuştur. Müslümanlar Yunan bilim ve felsefi geleneğinden yaralandıkları gibi Hint ve İran geleneğinden de geniş ölçüde istifade etmişlerdir.

            Müslümanların yeni kültürel havzalara doğru gelişiminde ilk neden, sahip oldukları inancın kendilerine yüklediği, dini yayma sorumluluğu idi. Hz. Peygamber bunu ilk olarak en yakınındaki İslam dışı inançları yaşayan topluluklara mektuplar yazarak başlattı. Bu andan itibaren yerkürenin tamamı Müslümanlar için tebliğ alanı olarak belirlendi. Hakikatin anlatılması sorunluluğu Müslümanları yeni havzalara doğru iten en önemli motivasyon kaynağıdır.

            Müslümanların Hint tecrübesi Hindistan ve Pakistan geleneğini kapsamaktadır. Başlangıçta zaten bu iki ülke iç içedir. Arapların bu ülkelere ilgisi kuşkusuz İslam öncesi tarihlere uzanmaktadır.

            Bir düşünürün görüşlerinin doğru anlaşılıp değerlendirilmesi için yaşadığı sosyo-kültürel ortam ve siyasi atmosferin iyi bilinmesi gerekir. Çünkü hiçbir düşünür yaşadığı çağın gerçekliğinden soyutlanıp yorumlanamaz.

            Hint alt kıtasında yetişen düşünürlerin fikirlerinin oluşumunda etkili olan belirgin faktörler şunlardır:

1-Müslümanların Hindistan’la kurduğu ilk ilişkiler ve Hindistan’a yerleşmeleri

2-Hindistan’ın sosyo-kültürel ve siyasi yapısı

3- Özellikle İngiltere’nin başını çektiği sömürgecilik faaliyetleri.

            Kuşkusuz Hint entelektüellerini incelerken öncelikle Müslümanların Hindistan tecrübesinin tarihi sürecini ele almak gerekir.

“Hint Yarımadası, İslâm’dan önce Arap tüccarlar Hint yarımadasına gelip gittiklerinden Hint sahilleri onlar için ticarî alan durumunda idi ve limanlar Uzakdoğu ile ilişkiyi sağlayan birer transit merkezi olmuşlardı. İslâm’dan sonra da bu ilişkiler kesilmedi. Müslüman olan Arap tüccarlar gittikleri yerlere İslâm mesajını da götürdüler. Bu ilk şahsî gayretler Hint halkı üzerinde etkili olmaya başladı. Farsça bir coğrafya eseri olan Hudûdü’l-Ǿâlem’de (982), Gazneli Mahmud’un (998-1030) Kuzey Hindistan seferlerine başlamadan önce bu bölgedeki bazı şehirlerde muhtemelen tüccar olan Müslümanların varlığından bahsedilmektedir. Özellikle Hinduizm’in inançlarından kaynaklanan ayrımda kast sisteminin alt tabakalarında kalan insanlar, İslâmiyet’i üst tabakaların zulüm ve baskısına karşı bir kurtuluş sistemi olarak gördüler. İslâmiyet de onları bulundukları kast içindeki yoksulluk ve baskıdan kurtardı.

              Hindistan’a İslâm’ı yayma fikri Hz. Ömer zamanına kadar uzanır. Hz. Osman zamanında ise bu ülkeye keşif amacıyla seferler düzenlendi. Bu seferlerin ilki Tane adasına ve Deybül’e yapıldı (15/636). Hz. Ali’nin halifeliği sırasında Rilmand vadisi ele geçirilerek (38/658) Hint kıtasının iç kesiminde bulunan Kikan’a kadar gidildi. Muâviye’nin kumandanlarından Mühelleb b. Ebû Sufre, Kâbil ve Mültan arasındaki Benne ve Ehver’i (Lahor) fethetti. Yine Muâviye zamanında Sinân b. Seleme Mukran’ı alarak şehri yeniden imar etti. Haccâc ise Irak valiliği sırasında akrabası Muhammed Kāsım’ı fetihlerde bulunması için Sind bölgesine yolladı. O da bir Budist merkezi olan Deybül’ü denizden sefer düzenleyerek fethedip (710) buraya Müslümanları yerleştirdi ve Hindistan’daki ilk camiyi yaptırdı. Muhammed b. Kāsım’ın yaptığı fetihler bütün Sind bölgesini içine alacak kadar genişlerken Hindistan’ın kapıları İslâmiyet’e açılmış oluyordu. Bundan sonra İslâm’ın Hint yarımadasında yayılması Gazneliler Devleti ile devam etti.

Gazneli Mahmud’un Hindistan’a yaptığı pek çok sefer İslâm’ı bölgeye yayma amacını taşıyordu. İlk hareketini Hindistan’ın kuzey kısmında başlattı (390/1000). Bu sefer sırasında Hint racası Caybala’yı yendiği gibi Veyhun’u da ele geçirdi. Daha sonra Hindistan’ın kuzeybatısında bulunan Budist merkezi Mültan’ı hâkimiyeti altına aldı (1004). Tekrar kuvvet toplayan Caybala’nın oğlu Anadabala’ya karşı büyük bir zafer kazandı ve Pencap’ın tamamını ele geçirdi (1004-1005). Bundan sonra Mâverâünnehir’e doğru yürüyerek Kâşgar şehrini fethetti. Hint racaları Gazneli Mahmud’un bu seferini fırsat bilerek birleştiler. Durumdan haberdar olan Mahmud bu birliği dağıtarak Meddin’e doğru yürüdü ve Hindû mâbedini yıktırdı (1013). Daha sonra Keşmir bölgesine girerek Lahor’u devletin merkezi yaptı. Gazneli Mahmud’un Gucerât’ı fethetmesi, onun Hint seferlerinde vardığı en son nokta oldu. 1030 yılında öldüğünde devletin sınırları, İran’ın büyük bir kısmını içine alacak kadar batıya, Hindistan’ın kuzey kesimini kaplayacak kadar da doğuya uzanmıştı. Bütün bu seferlerde Budizm’e karşı takip ettiği İslâmî mücadelelerden dolayı Gazneli Mahmud “Put Kıran” lakabıyla anıldı.

Gur Devleti (XII-XIII. yüzyıllar) zamanında Hindistan’da İslâmiyet’in yayılması devam etti. Gazneli Devleti’nin yıkılışından sonra baş kaldıran racalar Mültan’ı ele geçirmişlerdi. Muhammed Gūrî burayı geri aldı (1174). Daha sonra başa geçen Gur hükümdarları İslâm’ı Bengal, Delhi ve Bihâr’a kadar götürdüler (1200). Hindistan’ın İslâm dünyasında önemli bir yer tutması, XIII. yüzyılda kurulan Delhi Sultanlığı ile gerçekleşti. Güneyde kurulan Behmenîler’in etkisiyle de İslâm bölgede daha fazla kökleşti. Delhi Sultanı Muhammed b. Tuğluk’un emriyle bölgeye yollanan Alâeddin Hasan Behmenşah, Behmenîler Devleti’ni (1347-1527) kurduktan sonra sınırlarını batıda Goa Limanı’na kadar ulaştırdı. Bu dönemde özellikle Sultan Muhammed Şah Hindûlar’a karşı mücadeleye devam etti.

Bölge İslâm ilim ve kültürü açısından oldukça gelişti. Bu sultanlıktan sonra Hindistan’da çeşitli küçük İslâm devletleri ortaya çıktı. Bunlar zamanında pek çok şehirde İslâmiyet’in yerleşmesi için çalışmalar sürdürülürken ilim ve sanat alanında da çok sayıda eser verildi. XIII-XVI. yüzyıllarda, merkezî yönetim Delhi’de olmak üzere birçok küçük devlet kuruldu. Yine bu dönemlerde ülke 1223-1305’e kadar Moğol saldırılarına mâruz kaldı. Timur bu ülkeyi işgal altında bulundurduğu süre zarfında İslâm’ın doğu ve güneye doğru yayılması durmadı. Daha sonraki yüzyıllarda burada kurulan Müslüman Türk devletleri de Hindistan’ı hâkimiyetleri altında tuttular.

Delhi Sultanlığı, Türk-Hint İmparatoru Hümâyûn’un Delhi’yi ele geçirmesine (1555) kadar yaklaşık 300 yıl sürdü. Bu süre içinde Hindistan’ın diğer yerlerinde başka İslâm devletleri de kuruldu. Bengal’de (1336-1576), Keşmir’de (1335-1538), Gucerât’ta (1391-1583), Kanpûr’da (1394-1497), Malva’da (1401-1531) ve Dekken’de (1347-1512) kurulan İslâm devletleri Müslümanların ülkedeki nüfuzunu güçlendirirken İslâmî ilim ve kültürün zenginleşmesine katkıda bulundular.

 

Timur sülâlesinden Bâbür Şah 1523’te Hindistan’a girerek Panipat Zaferi’yle (1526) Türk-Hint İmparatorluğu’nu kurdu. Ekber Şah (1556-1605), Şah Cihan (1637-1656) ve Evrengzîb (Âlemgîr, 1656-1707) zamanında daha da güçlenen Türk-Hint İmparatorluğu, Hindistan’ın kuzey kesiminin çoğunu İngilizlerin bölgeyi sömürgeleştirmesine kadar hâkimiyetinde tuttu. Evrengzîb’in ölümünden sonra devlet ayaklanma ve iç karışıklıklarla gücünü kaybetmeye başladı. 1805’te İngiliz himayesi kabul edildi. Zamanla meydana gelen iç çatışmalar ve ayaklanmalar ülkeyi İngiltere’ye bağlı bir devlet haline getirdi (1858).

 

İngiltere’nin Hint yarımadasına hâkim olmasında başlıca güç kaynağını, görünüşte ticarî bir kuruluş olan Doğu Hindistan Şirketi (East-India Company) teşkil etmiştir. İngilizlerin ülkedeki hâkimiyetleri Müslümanların etkilerinin azalmasına sebep oldu. Sömürge yönetimine karşı baş kaldıran Müslümanlar büyük bir baskıya mâruz kaldılar. Bu yüzden ayrı bir siyasî teşkilât altında birleşme ihtiyacını duyarak 1906’da Muslim League’i (Müslüman Birliği) kurdular. Muhammed Ali Cinnah liderliğindeki bu teşkilâtın çalışmaları sonucu 1947’de Hindistan bölünerek Müslümanların çoğunlukta bulunduğu topraklarda Pakistan devleti kuruldu. Hindistan sınırları içinde kalan Müslümanlar da Hindûlar’dan gelecek herhangi bir saldırıya karşı ortak hareket ederek mücadelelerini sürdürdüler. Bugün dahi zaman zaman Hindû saldırılarına mâruz kalan Müslümanlar kültürel birlikleri sayesinde bu duruma karşı kendi kişilik ve dinlerini koruyabilmektedirler.

 

Bugün Hindistan’da Müslümanlar arasında, merkezleri Delhi’de bulunan Cemâat-i İslâmî ve Cemâat-i Teblîğ adlı iki teşkilât etkili olmaktadır. Cemâat-i İslâmî Müslümanların karşılaştığı bütün problemlerle ilgilenir. Cemâat-i Teblîğ ise daha çok Müslümanların mânevî yönden gelişmesini sağlayacak eğitim çalışmaları içerisindedir. İslâmî eğitim sahasında etkili olan diğer önemli cemiyetler Delhi’de Cem‘iyyetü’l-ulemâ, Utar Pradeş’te Din Eğitimi Konseyi (Council of Religious Education), Haydarâbâd’da Hindistan Müslümanları Konseyi (The All-India Muslim Council) ile Meclis-i İttihâd-ı Müslim ve Tamil Nadu’da Hindistan Müslüman Medreseler Birliği’dir (The All India Muslim League of Madras).

 

Kur’ân-ı Kerîm, Urduca başta olmak üzere bütün mahallî dillere çevrilmiştir. İslâm medenî hukukunun yürürlükte olmasına rağmen Hint hükümetleri zaman zaman bu hukukun uygulanmasına engeller koymaktadır.(TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 03; Sayfa: 537/ Asya - Rıza Kurtuluş)

 

Hindistan’da ilk İslami çalışmalar tasavvuf yoluyla olmuştur. Kuşkusuz bu durumun ortaya çıkmasında İbn Arabî’nin büyük katkısı olmuştur. İbn Arabî’nin eserleri 13.yüzyıldan itibaren Hindistan’a girer ve büyük bir etkiye sebep olur. İkinci büyük etki ise İbn Teymiyye’nin öğrencilerinin Hindistan’a ulaşmasıyla başlayan İbn Teymiye etkisidir. Bu iki düşüncenin etkisiyle olacak Hint İslam düşüncesi selefi ve tasavvufi olmak üzere iki çizgi takip etmiştir.

           

Hindistan’daki dini çoğulculuğu bir araya getirerek bütün ülkeye hitap edecek bir anlayış oluşturma projesi, İslam ve bütün Hind dinlerini bir araya getirmeyi hedefliyordu. Ekber Şah tarafından yürütülen bu çaba büyük bir tepkiyle karşılaşmıştır.

           

Hindistan’da etkili olan bir diğer tasavvufi akım da İmam Rabbani’nin tasavvuf hareketidir. Bu hareketin en önemli temsilcilerinden biri de Şah Veliyullah Dehlevi’dir. “Şah Veliyullah, Hint Müslümanlarının düşünce hayatını etkilediği gibi dönemin birçok dini akımına da ilham kaynağı olmuş, tesirleri ölümünden sonra da devam etmiştir. Klasik İslam’ın geleneksel değerlerini ön plana çıkarmak isteyen Diyubendi hareketiyle batılı anlamda modernizasyonu savunan Seyyid Ahmed Han’ın Aligarh hareketi gibi birbirinden çok farklı iki anlayışın ondan ilham alması kendisine verilen değeri göstermektedir”.( TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: 18, s: 87)

           

Şah Veliyullah, İslam hukukunun yaşanılan coğrafi ve tarihsel şartlara göre yeniden yorumlanmasını yapıyordu. Ayrıca içtihat ederken dört büyük mezhebin ilkelerinden yaralanarak serbest bir içtihat yöntemi oluşturmuştur. Bu yaklaşımı Hindistan şartlarına çok uygun düştüğü için büyük etki bırakmıştır. Dehlevi, dar anlamda mezhepçilik düşüncesine de karşıdır. Dehlevi’nin temel eseri olan “Hüccetullahi’l –Baliğa” Hint havzasının en değerli eserlerinden birisidir. “Hatta Şibli en- Numani’ye göre bu alanda Gazali, Razi ve İbn Rüşd’ü bile geride bırakmıştır.”(TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: 18,s: 87)

           

Şah Veliyullah tefsir alanında zaman ve yer faktörlerini dikkate almış ve yeni bir Kelam anlayışı oluşturmuştur. Veliyullah’ın temel amacı ümmet içinde birliğin sağlanmasıdır. Ayrıca O bid’atlara karşı amansız bir mücadele vermiştir. “İkbal’e göre o, mazisinden koparmaksızın İslam’ın bütün sistemi üzerinde yeniden düşünme arzusu duymuş ilk Müslüman’dır.”( Mian M. Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, İnsan yayınları, cilt:2,s: 930)

 

Şah Veliyullah İslam düşüncesini dini ve siyasi bir sistem olma yolunda önemli çaba göstermiştir. Tasavvufta İslam dışı etkileri ayıklayarak Kur’an ve Sünnet üzerine oturtmaya çalışmıştır. Fıkıh alanında, İslam fıkhına karışmış öznel unsurlardan temizlemeye çalışarak sahabe dönemini canlandırmaya gayret etmiştir. Ona göre din sadece bireysel yükümlülükleri içeren bir sistem değil, insanların sosyal hayatlarını kapsayan bütüncül bir sistemdir.

           

Hindistan’da İslami anlayışın oluşmasındaki bir diğer önemli kaynak da Vehhabiliktir.

           

19.yüzyılda İngilizlerin Hindistan’ı işgali sırasında yaşanan değerlendirme farklılıkları, İngilizlere karşı iki farklı tavrın gelişmesine neden olmuştur. “Bunun kaçınılmaz sonucu olarak Hindistan Müslümanları arasında birbirine zıt iki anlayış ortaya çıktı. Bunlardan biri Muhammed Kasım Nanevteni’nin önderliğindeki Diyubendi, diğeri ise Seyyid Ahmed Han’ın önderliğindeki Aligarh hareketidir.”

           

Hint modernizminin gelişmesinde büyük etkisi olan Seyid Ahmet Han, Kur’an’ın bilimsel tefsirinin yapılmasını savunmuş ve klasik tefsir anlayışını reddetmiştir.

           

Hindistan’da İslami gruplar arasında meydana gelen en derin tartışma Ehl-i Hadis ve Ehl-i Kur’an hareketinin arasındaki tartışmadır. Bu tartışmada Ehl-i Hadis, hadislerin temel kaynak olarak kabul edilmesi gerektiğini savunurken, Ehl-i Kur’an hareketi Kur’an’ın dışında hiçbir kaynağın kabul edilmemesi gerektiğini savunuyordu. Bu tartışma etkisini kaybetse de bugün de devam etmektedir. “Seyyid Ahmet Han bu konuda ilk defa belirli bir tavır ortaya koymuş, değişen şartlarda Müslümanların ihtiyaç duyduğu en önemli şeyin bir modern ilm-i kelam olduğunu söyleyerek bunun temellerini ortaya koymuştur.” Seyyid Ahmet Han taklidi reddeden akılcı bir metot ortaya atmış ve bu metodu savunmuştur.

           

“Bir yandan Kur’an’ı yorumlayarak yeni görüşler geliştirirken diğer yandan bu görüşlerin bilinirlik kazanması için de eğitim kurumları tesis eden Seyyid Ahmet Han çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. Eserlerinde İslam inancını bilimsel görüşlerle uzlaştırma çabası içine girmiş ve doğal teoloji denilen akıl-doğa –kutsal metin arası uyum bulunduğunu savunan bir doktrin geliştirmeye çalışmıştır. Sünniliğin ülkesinde katı bir formda uygulanmasının getirdiği sorunlardan kurtulmak için rasyonel ve liberal görüşleri topluma yerleştirmeye odaklanmıştır.

           

Hint Müslümanlarının ekonomik, sosyal, politik ve bilimsel açıdan geliştirilmesi gayretindedir. Hem Kur’an’ı hem de İncil’i tefsir etmiştir. Kur’an temelinde geliştirdiği görüşleri ulema tarafından şiddetle eleştirilince kendini eğitim faaliyetlerine vermiştir.

           

Siyaseten sömürgeci İngiliz yönetimi Müslümanların onlara sadık oldukları yönünde ikna etmeye çalışırken Müslümanları da hedeflerini gerçekleştirmek için İngilizlerle dost olmaya çağırmıştır. Sistemin nasıl çalıştığı bilmeden Müslümanların Batının politik olarak etkin olduğu alanlarda başarılı olmalarının mümkün olmadığını söyleyen Ahmet Han, Müslümanlara modern eğitimin gerektirdiği donanımlara kavuşmadan politikaya girmemelerini önermiştir. Hem dini düşünce hem de politikada Hint Müslümanları üzerinde derin etki bırakan Muhammed İkbal, Fazlur Rahman gibi bilginleri etkileyen Ahmet Han aynı zamanda Pakistan’ın kurucu babası sayılmaktadır.” ( Şaban Ali Düzgün, Seyyid Ahmet Han’da Entelektüalite ve Siyasa, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, sayı: 47,Ocak-Nisan 2016,s:43)

           

Seyyid Ahmet Han, bilimsel tefsire geleneğinin de en önemli temsilcilerinden biridir. “Tefsirin Beş İlkesi “ adlı çalışmasında bilimsel tefsirin temel ilkelerini verir:

 

“1-Ona göre ayet ve bilimsel bir gelişme çelişiyorsa tevil ve mecaz yoluna gitmek gerekir.

 

2-Vahyedilen metinler ve bilimin ispat ettiği doğruları aynı tür gerçekliğe, yani objektif dünya hakkındaki hakiki ve tanımlayıcı gerçekliğe delalet ederler; bu sebeple birbirleriyle çelişmezler. Çelişkiler yalnızca görünüştedir ve vahiy metinlerinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.

 

3-Verilen pasajın mecazi yoruma ihtiyaç hissedip hissetmediğine ve mümkün cevaplardan hangisinin tercih edileceğine karar verme sürecinde belirleyici kriter, bilimin ortaya koyduğu gerçeklerdir.

 

4- Seyyid Ahmet Han’ın vahiy-bilim ilişkisi anlayışı İbn Rüşd’ün akli ve nakli bilgiyi uzlaştırma çözümüne benzer.

 

5-Vahiy inanan kişiye tabiat üzerinde düşünmesini ve ona dair bilgisini artırmasını ve Tanrıyla, onun kanununu tam olarak öğrenmesini tavsiye eder. Büyük oranda ‘yeni bilimler’ tarafından geliştirilen bürhani felsefe bizim hakikati anlamamızın temel dinamiklerinden yalnızca biridir. ( Şaban Ali Düzgün, Seyyid Ahmet Han’da Entelektüalite ve Siyasa, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, sayı: 47,Ocak-Nisan 2016,s:50 )

           

Kuşkusuz bu analizlerin tarihsel kökeni din bilim/ akıl vahiy ilişkilerine kadar geri götürülebilir. Bu noktada en dikkate değer İslam düşünürü İbn Rüşd’dür. İbn Rüşd, din ve bilimin aynı memeden emen iki ikiz olduğunu, birbirleriyle çelişmelerinin mümkün olmadığını savunur. Bu anlayışın temeli ise şu ilkeye dayanır: Tabiatı yaratan ve vahyi gönderen aynı kaynaktır. İnsanın aklıyla tabiatın incelenmesinden elde ettiği bilgiler, vahyin gerçeklerine aykırı düşmez. Ancak yine de büyük ölçüde ahlaki ilkelere dayanan vahyi tabiatı gereği sürekli değişen bilimsel ilkelere bağlamak sorunlu bir yaklaşımdır. Bilimsel düşünce değiştiğinde ona bağlanılan vahyin işlevsizleşmesi gibi bir tehlike doğabilir. Ancak ilke olarak bu konuda düşünce üreten İslam düşünürlerinin savunduğu, gerçek gerçeğe aykırı olamaz, akıl da vahiy de gerçektir. Aralarında var olduğu sanılan çelişki kendilerinden değil, insan zihninin yaklaşımından doğmaktadır, şeklindeki görüş de dikkate alınmalıdır.

 

Bilimsel tefsirde önem verilmesi gereken diğer önemli dinamik ise nebevi vahiydir. Ahmet Han’a göre tarih Peygamberin hadisinden daha güvenilir bir kaynaktır. Zira tarihte olayların kayıt altına alınması önem arz ederken, hadiste, hadisi rivayet eden kişi önemlidir. Ahmet Han bu görüşleri ile birlikte bilim temeline dayalı toplumsal bir reform projesi önermektedir. Ayrıca o; kölelik, çok evlilik, faiz ve hırsızlık gibi konularda geleneği de bir hayli zorlayarak  geleneksel yorumlardan farklı yorumlar yapmaktadır.

 

“19.yüzyılda, üzerinden binlerce yıl geçmiş olan İslam düşünce geleneğinde hem birbirinden çok farklı kültür, örf ve adetlere dayalı uygulamaların varlığı hem de Batı’nın meydan okuması İslam âlimlerini reaksiyonda bulunmaya itmiştir. Seyyid Ahmet Han, böyle düşünsel ve politik bir ortamı karşılarına alarak buhrandan çıkış yolu arayan bir âlim olarak değerlendirilmelidir. İçinde bulunduğu politik şartlar, yani İngilizlerin Hindistan’da hâkim güç olarak bulunması, özellikle sosyal reform düşüncesinde belirleyici olmuştur. Bu da onu, İngilizleri karşısına değil, yanına alan bir siyaset benimsemeye itmiştir. Onun için de Hint Müslümanlarının kendilerini bir ulus olarak inşa etme yönündeki iradelerini engelleyeceğini düşündüğünden, dönemin Pan-İslamcı hareketlerine karşı çıkmıştır. Bu projenin bir parçası olarak Hindularla işbirliği de yapmamış, Müslümanların tek başına hareket etmesini savunmuştur. Bunun içindir ki Hindistan’dan koparak ayrı bir devlet haline gelen Pakistan’ın kuruluşu Seyyid Ahmet Han’la başlatılır.

 

Ahmet Han, özellikle toplumsal temelli bir reform hareketinin zorunlu olduğuna inanmıştı. Aligarh İslam Koleji, bu hareketin üssü olarak işlev gördü. Toplumsal reformun sağlamlığını ve sürekliliğini dini düşüncenin doğru bir şekilde yeniden inşa edilmesine bağlayan Ahmet Han, ‘akıl’ ve ‘tabiata uygunluk’ kriterlerini geliştirdi. Hem Kur’an ayetlerini yorumlarken hem de geleneksel düşünceyi tahlil ederken bu iki kriteri mutlaka uyguladı. Arkasında etkili bir külliyat bırakan Ahmet Han, hem reddedenleri hem de takip edenleriyle 20.yüzyılda ortaya çıkan birçok yenilikçi harekete kaynaklık etmiştir. ( Şaban Ali Düzgün, Seyyid Ahmet Han’da Entelektüalite ve Siyasa, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, sayı: 47,Ocak-Nisan 2016,s:55 )

 

Seyyid Ahmet Han’ın düşünceleri ve siyasal tutumu eleştirel tepkilere de neden olmuştur. Özellikle İngilizlere yönelik olumlayıcı tavrı geniş tartışmalar yaratmıştır.

           

19 ve 20.yüzyılda Batı ile Batı dışı toplumlar arasında çok çetin savaşlar yaşandı. “ Bu çetin savaş sonunda, çok sayıda Müslüman aydın feci bir ruh bozgununa uğradı, adeta Batı’ya karşı koymanın bundan böyle tümüyle imkânsız hale geldiği düşüncesine vardı ve Seyyid Ahmet Han gibi zatları daha savaşın başlangıcında İngilizlerden yana tavır ve destek koymaya itti. Özellikle bu ağır yenilgiden sonra Seyyid Ahmet Han’ın başını çektiği yepyeni bir akım ortaya çıktı ki bu akımın temel düşüncesi, Müslümanların İngilizlerle işbirliği yapmalarını dini bakımdan zorunlu kılmak, onlara ne olursa olsun destekçi olmak ve onların medeniyetlerini, kalkınma yöntemlerini, geliştirilmiş kültürlerini almaktır.

           

Seyyid Ahmet Han, buna ‘dini’ gerekçe olarak şunu öne sürmekteydi: Yeryüzündeki bütün dinler içinde Hristiyanlığa ve Hz. İsa’ya en çok saygıyı telkin eden din İslamiyet’tir dolayısıyla Müslümanların Hristiyanların kestikleri eti yemelerinde bir sakınca olmadığı gibi onlarla aynı sofrayı paylaşmakta da bir sakınca yoktur. Bundan başka Hint kıtasında ilerlemeyi, servet ve refahı geliştirecek olan bu Ehl-i Kitap İngilizlere yürekten destek olmak, onların işlerini kolaylaştırmak ve onlarla işbirliğine girmek kaçınılmazdır.

           

Bu İngiliz Emperyalizmine oldukça ucuz fetvalar çıkaran Seyyid Ahmet Han,sonradan İngiltere’ye yapacağı ziyarette (1869) bu yeni geliştirdiği akımdan dolayı İngiliz Kraliyet Ailesi tarafından büyük sevgi gösterileriyle karşılanacak ve yaptığı yararlı hizmetlerden ötürü ‘Sir’(Sör) unvanını alacaktı.

 

            Seyyid Ahmet Han, tümüyle kendini Batı’ya teslim etmiş, düşünce dünyasını Batılı değerlere iyice adapte etmiş sayısız aydınlar içinde tipik olan yalnızca bir örnektir. Batı karşısında yenilgiyi çoktan kabul eden bütün aydınlar grubunun siyasal ve askeri bakımdan aynı teslimiyetçi tutumu savundukları söylenemez. Ama genelinde hâkim olan eğilim, kültürel düzeyde bu yenilgiyi kabul etmişlik ve teslimiyetçiliktir.” ( Ali Bulaç, İslam Dünyasında Düşünce Sorunları, Çıra yayınları, s:44)

           

Hindistan geleneğinin diğer önemli düşünürleri olan Ebu’l Kemal Azad, Ferahi ve Muhammed İkbal bir taraftan İslami yenileşmeyi savunmuş diğer taraftan da Seyyid Ahmet Han’ın savunduğu akılcı yöntemin dışında kalkmışlardır.

 

Hint havzasının Pakistan ayağında en etkili düşünürle Muhammed İkbal, Fazlur Rahman ve Mevdudidir. Bu isimlerin ortak özelliği İslam’ın gerilediği bir dönemin içinden bize sesleniyor ve sorunlara bu yenilmişlik psikolojisi içinden cevap arıyor oluşlarıdır.

 

Fazlur Rahman, İslam dünyasında belli bir direnişi temsil edem geleneğin, sistemli bir dünya görüşüne dönüşmesi için çalışıyordu. Temel sorun, Allah’ın Kur’an’ı vahyederken niyetinin belirlenmesi çabasıdır. Kur’an’ı anlamak için ilk iniş zamanına gitmek yöntemin ilk aşamasıdır. İkinci aşama ise oradan yola çıkarak ayetlerin tikel uygulamasını değil genel ahlaki ilkeleri çıkarmaktır. Fazlur Rahman’a göre acil olan şey İslam’ın bugünün sorunlarına çözüm üretecek bir yorumunu gerçekleştirebilmektir. “Fazlur Rahman’ın penceresinden bakıldığında Müslüman toplum için aciliyeti hissedilen ihtiyaç; Batı’nın görünüşüne hiçbir şekilde bağımlı olmayan yeniden yapılanmış bir dünya görüşüydü. Müslümanlar, Kur’an’ı vahiyde verilen hakikatlere göre kendi gündemlerini kendileri belirlemek ve değişen dünyaya cevap vermek zorundadırlar.”( İslam ve Modernizm, Fazlur Rahman Tecrübesi,22-23 Şubat 1997,içinde Charles J.Adams, “Fazlur Rahman ve Klasik Modernizm”, s: 87)

 

Fazlur Rahman’a göre ilahi talepler doğrultusunda Hz. Peygamberin ortaya koyduğu uygulamalar sünnettir. Ne var ki sünnet, yaşayan sünnet olarak anlaşılmalıdır. Sünnet İslam toplumlarının sorunlarını çözmek için dayandığı gelenektir. Sünneti hadise indirgemek sünnetin dinamiğinin de önünü tıkayacaktır. Müslümanlar, Kur’an’ın metnini değil vahyin ışığında yaşanan tecrübeyi esas almıştır. Bu durumda yaşanan tecrübe metnin ana hedeflerinin önünde engel olmaya başlamıştır. Bu durumda Kur’an’ın tikel hükümlerinin altında yatan genel ilkeleri ortaya çıkarmak gerekmektedir.

 

“Fazlur Rahman’a göre Müslümanların çağdaş dünyada var olabilmeleri için iki yol vardır; ya bütünüyle laik Batı’ya uyum sağlamak yahut İslami yeni bir içtihad metodu(sistematik, tarihsel yorum usulü) ile yorumlanarak yeniden hayatın bütün alanlarına sokmak, böylece çağdaş dünyaya/ insanlığa, laik/seküler olmayan, fakat İslami geleneğe değil, Kur’an’ın ahlaki ve sosyal amaçlarına uygun yeni kurum ve kurallara dayanan bir alternatif model sunmak. Ona göre tutulması gereken yol ikincisidir. “ (Hayrettin Karaman, Modernist Proje ve İçtihad, İslam ve Modernizm, Fazlur Rahman Tecrübesi, 22-23 Şubat 1997,s: 158) Eğer bu yapılamazsa geleneksel yorumlar çağdaş dünyanın sorunlarına cevap üretemeyecek ve İslam dünyası laik Batı’nın egemenliğine girecektir.

 

Fazlur Rahman İslam’ın bulunduğu durumdan ayağa kalkabilmesi için yeni bir yöntem ortaya koyması gerekmektedir. Kuşkusuz bu yöntem ikili bir aşamayı gerektirmektedir.

“1. Kur’an’ın indirildiği zamana giderek a) Bir ayetin tarihi ortamını ve çözüm getirdiği sorunu iyice araştırarak onun taşıdığı önemi veya manasını anlamak… Hem Kur’an’ın bütün olarak ne demek istediğini anlamak, hem de özel durumlara cevap teşkil eden belli ilkeleri kavramak, b) Kur’an’ın belirli özel cevaplarını genelleştirerek onları, umumi olan ahlaki-toplumsal ilkelerin ifadeleri olarak ortaya koymak. 2.Çıkarılan bu genel görüşten şimdi formüle edilerek uygulanması gerekene, şu andaki duruma yönelmektir. Bu da yine şu andaki durumu çok iyi incelememizi ve onu oluşturan çeşitli unsurları çok iyi tahlil etmemizi gerektirir.”( Hayrettin Karaman, Modernist Proje ve İçtihad, İslam ve Modernizm, Fazlur Rahman Tecrübesi, 22-23 Şubat 1997,s:159)

 

Bu metotla Müslümanlar doğru sorular sorarak Kur’an’ın gerçekleştirmek istediği hedeflere ilişkin genel hükümler elde etmelidir. Kur’an’ın amacı genel ahlaki ilkelerin egemen olduğu bir toplumsal düzen kurmaktır. Fazlur Rahman’a göre İslami ıslah çalışmaları Kur’an’ın öngördüğü bir ahlak sistemi kurmadan mümkün değildir. “Bu nedenle olsa gerek, farklı dönemlerde bozulan bu düzeni yeniden kurmak için yapılan bütün ıslahat çalışmalarının da a) Yerleşik din anlayışının tashihi b) Ahlaki ölçütlerin yükseltilmesi c) Sufiliğin ıslah edilmesinin temel hususlar olduğunu görüyoruz.” (İslam Sufizmi ve Modernizm, Mevlut Uyanık, İslam ve Modernizm, Fazlur Rahman Tecrübesi, 22-23 Şubat 1997,s:206)

 

Fazlur Rahman, Garaudy’nin deyimiyle geleneğin küllerini değil, küllerin altındaki ateşi taşımayı hedeflemiştir. Diğer yönden Fazlur Rahman, tarihselcilik anlayışının en önemli temsilcilerindendir. Burada çözülmesi gereken en önemli husus tarihsel şartların mı vahiy üzerinde belirleyici olduğu, yoksa vahyin mi tarihe müdahale ettiği ve onu dönüştürmeyi amaçladığı noktasıdır.

 

Hint havzasının diğer önemli bir düşünürü de Muhammed İkbal’dir. Muhammed İkbal, modern dönemde İslam düşünürleri üzerinde büyük izler bırakmıştır. Onun düşüncesinin anahtar kavramları “aşk”, “benlik” ve “insan-ı kâmil” kavramlarıdır. Kuşkusuz İkbal İslam kültürüne olan hâkimiyeti kadar, Batı düşüncesi konusunda da derin bir birikime sahiptir.

 

“İkbal’e göre kâmil insan, ‘Kur’an’ı Kerim’de tasvir edilen kendi öz varlığında yaratıcı bir faaliyet halindedir ve yükseklere tırmanırken bin şekle bürünen bir ruh, bir canlılıktır.” Çerçevesinde bulunan evrenin en büyük hamlesine katılmak insana nasip olmuştur. Bazen dünyadaki mevcut güçlere uyar bazen de muhalefetle karşılaştığı zaman kendi iç dünyasında daha geniş bir âlem kurar. İnsan sonsuz sevinç ve ilham kaynaklarının varlığını iç derinliğinde keşfeder’”(Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, aktaran, Cevdet Kılıç, Muhammed İkbal, Doğudan Batı’ya Düşüncenin Serüveni, cilt: 9,s:502) Hiç kuşkusuz İkbal’in hedefi, insanın sıkı bir eğitimden geçirerek ideal insanı ortaya çıkarmaktır.

 

Muhammed İkbal’in kâmil insan düşüncesinde Nietzsche’den etkilendiği öteden beri söylenir. Ancak Mehmet Aydın bu benzetmelerin gerçek olmadığını söylemektedir: “Bazı Batılı düşünürler, İkbal’in ‘üstün insanı” ile Nietzeche’nin ‘üstün insan’ı arasında bir yakınlık görmek istemişlerdir. İkbal, böyle bir yakınlığın varlığını kesinlikle reddetmektedir. Her şeyden önce, Nietzsche’nin ‘üstün insan’ı yaratıcısından kopmuş, ‘la’dan öteye geçecek ‘ilahe illallah’ mertebesine ulaşmış bir kişidir”( Mehmet S. Aydın, İslam Felsefesi Yazıları). Kuşkusuz bu konuda İkbal’in kaynakları İbn Arabî ve Mevlana’dır.

 

İkbal düşüncesinin en önemli kavramlarından ikincisi ‘benlik’ kavramıdır. “İkbal’in benlikten kastı, ego; yani kişiliktir. Ezilen, sömürülen, kimliği, kişiliği yok edilen insanın yeniden dirilişi, kimliğini ve kişiliğini yeniden kazanmasıdır. Şahsiyetini kimliğini kaybeden milletlerin toprağını, dinini, ahlakını korumanın mümkün olamayacağının farkındadır. Bu noktada İkbal sosyal olaylarda dış faktörleri belirleyici olarak gören açıklama biçimlerine karşı çıkmaktadır. Ona göre çöküşün nedeni, sorun içeridedir. Kişilerin kimlikleri olduğu gibi milletlerinde kişilikleri vardır. Asıl olan kimliğin yeniden inşasıdır. Benliğin en önemli özelliği benliği bilmek ve onun bilincinde olmaktır. Kişiliğini, inancını, kimliğini Allah’a teslim eden insan, kendini yeniden inşa etmiştir.

 

İkbal’e göre benliğin terbiyesi üç aşamada gerçekleşir:

1-İtaat

2-Nefs terbiyesi

3-Allah’a naib olmak” (Cevdet Kılıç, Muhammed İkbal, Doğudan Batı’ya Düşüncenin Serüveni, cilt: 9,s:508)

 

İkbal’e göre benliği kuvvetlendirmenin en önemli temeli aşktır. “Aşk olmadan ben, kendi imkân ve kabiliyetlerini asla gerçekleştiremez. Ben, aşk sayesinde başka benlere açılır. Böylece toplum hayatı kurulur, Aşk sayesindedir ki, insan, biyolojik yapısının üstüne çıkarak kendini aşar ve kendi gücü nispetinde ilahi sıfatlara mücehhez bir varlık haline gelir.”

( Cevdet Kılıç, Muhammed İkbal, Doğudan Batı’ya Düşüncenin Serüveni, cilt: 9,s:509)  İkbal’e göre Benliği kuvvetlendirmenin diğer yolları, hareket ve arzu, fakr, hoşgörü, helal kazanç.

 

Benliği kuvvetlendiren unsurların yanında zayıflatan unsurlar da vardır.”Benliği zayıflatan şeylerin başında korku ve kölelik gelir. Korku, kötülüklerin kaynağıdır. Korkunun verdiği psikolojik baskıdan dolayı insan, imkân ve kabiliyetlerini geliştirme imkânından mahrum kalır. Korku insanın içi, ne sinerse hayat çekilmez bir vaziyet alır. İkbal, Allah’tan başkasından korkmayı şirk olarak kabul eder. Düşmanları, korkak olduğunu anladıklarında daha da üzerine giderler. Hatta onların bakışı korkak insanlara korkunç görülür.” ( Cevdet Kılıç, Muhammed İkbal, Doğudan Batı’ya Düşüncenin Serüveni, cilt: 9,s:509)  Benliği zayıflatan diğer faktörler ise kölelik, dilencilik, etnisiteye ifrat derecesinde bağlılık, taklitçiliktir. Öyle görülüyor ki, İkbal’in benlik felsefesi Nietzsche felsefesine değil, İslam düşüncesine dayanmaktadır.

 

İkbal düşüncesinde benliği kuvvetlendiren en önemli faktörlerden biri de aşk kavramıdır. “Bütün yüceliğine rağmen akıl, tek başına insanı Allah’a ulaştıramaz. Aklı tek rehber olarak kabul eden filozoflar ya Allah’a varamamışlar veya sonunda aşka teslim olmuşlardır. Yani akıl, ancak bazı cüzi gerçekleri kavrayabilir, fakat külli hakikatleri özellikle Allah’ı akılla kavramak mümkün değildir. Bu esnada aşk devreye girer ve Mutlak Hakikat’le direk temasa geçer. Dolayısıyla Mutlak Öz’e ulaşıp ondan bize sesler getirecek olan aşktır. Çünkü öz, kendisini aşk dediğimiz bir temel duygu ve arzu ile hissettirmektedir. Allah’a varabilmek aşk mertebesine yükselmekle mümkündür.”( Cevdet Kılıç, Muhammed İkbal, Doğudan Batı’ya Düşüncenin Serüveni, cilt: 9,s: 515). İkbal’e göre aşk, insanın beşeri zaaflarından Allah’a doğru yürüyüşüdür. Bu yürüyüşteki her aşama benliği kuvvetlendiren bir merhaledir.

 

“Allame İkbal’i yetiştiği dini, kültürel muhiti ve tarihi arka planı yansıtan gençlik dönemi, aldığı felsefe eğitimi ve Avrupa’daki öğrencilik yıllarıyla şekillenmiştir. Böylece o, Doğu-Batı ayrımını derinliğine yapabilecek bir düşünce kudretine ulaşmıştır. Seçkin bir aileye mensup olmakla birlikte dil ve edebiyatın inceliklerine şairlik derecesinde vakıf olan İkbal, eğitimi aracılığıyla tanıştığı felsefeye hâkim bir filozof derecesinde sahip olmuştur. İkbal’in güçlü zekâsını ve durmak bilmez enerjisini harekete geçiren ana amil ise, onun kendisi de bir Müslüman olarak Müslümanların içinde bulunduğu duruma karşı duyduğu derin kabullenemeyiştir. O sömürgecilik marifetiyle Batı dünyasının Müslüman coğrafyaya hâkim olmasını hiçbir şekilde hazmedememiştir. Bu hâkimiyetin iç ve dış nedenlerini tespit, onun en önemli tefekkür uğraşlarından birisidir. Bu nedenle eleştirel bir bakış açısı geliştirmiş, bu bakış açısını tasavvuf ve İslam dünyasındaki felsefi düşüncenin gelenekselleşmiş, yaygın unsurlarına yöneltmiştir.

 

Vahdeti vücut ve aşk mestliği gibi kavramların edebiyat ve sufizmdeki yaygın kullanımlarıyla Müslümanları durup hissettiğimiz yaratma kaynaklı varlığa dayalı güçlü benlik duygusundan alıkoyarak, ideleştirilen bir realiteye bağlandığını bunda ise faaliyet ve mücadeleden düşüren bir tavrın gizli bulunduğunu tespit etmiştir. Böylesi tasavvuf anlayışlarını ve felsefelerini Kur’an merkezli olmayıp Grek mirasını sürdürme peşinde olmakla malul olarak değerlendirmiştir. İkbal, bu iki eleştirinin beraberinde Müslüman benliğinin Allah’a dayalı olarak yeniden inşasına girişir. Bu inşadan sonra bunun kadar istekle takip ettiği ulusun inşasına geçer. Böylece Batı dünyasında Descartes’le başlayan benlik ve – varlık tözü ilişkisi ve müstakil bireylere dayanan modern ulus devletleri inşasına alternatif oluşturur. O, ilahi ve mutlak varlıkla Müslüman benliğini yeniden buluşturup Pakistan’a ulaşan bir İslam ulusu inşasının da düşünce temellerini atar.

 

İkbal; modern Batı medeniyetinin kültür, felsefe, bilim ve teknolojideki dönüştürücü gücüne rağmen ayakta kalabilmiş bir mütefekkirdir. O,İslam’ı anlamaya yönelik geliştirdiği düşünceleriyle bir sömürge aydını olma kalıbına sığmayarak evrensel bir konuma yükselebilmiştir. Bu nedenle de geçen yüzyılın büyük mütefekkiri olarak hala güncelliğini korumaktadır. Batı hegemonyasının gittikçe küreselleşerek daha da karmaşıklaşan biçimi karşısında İkbal’in çağını ve İslam’ı anlarken kullandığı eleştirel yöntem, Müslümanların birey, toplum ve devlet olarak ya da kültürel, dini, ticari ve teknolojik olarak şimdiye kadar hangi aşamalardan geçtikleri ve bu yüzyılla başa çıkmak için neler yapmaları gerektiğini göstermesi bakımından önem arz etmektedir.”(Mustafa Said Kurşunoğlu, Muhammed İkbal’in Meydan Okuyan Hayatı ve Eleştirel Düşüncesi, Muhafazakâr Düşünce, yıl:12, sayı:47, s: 88-89)

 

Hint havzasının önemli bir diğer alimi de Ebu’l Kelam Azad’dır.  Azad’ın en bilinen eseri, Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesini anlattığı eseri ‘Ölümsüz Müdafa’ dır. Bu müdafaa Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinde Gandhi’nin başlattığı pasif direniş hareketine katılması ve tutuklanması sonucu yaptığı savunmadır. Azad, sömürgeci İngilizlere karşı mücadele için birlikte olmak gerektiğini savunmuş, bu yüzden Pakistan’ın bağımsızlık mücadelesine karşı çıkmıştır. “Ebu’l Kelam Azad, panislamist fikirleri ve Hindistan’ın bağımsızlığı için verdiği mücadele ile son dönem İslam ve Hindistan tarihinin en önemli simaları arasında yer alır.”( TDV, İslam Ansiklopedisi, cilt: 10,s:336). Azad, ayrıca Osmanlı devletini ve hilafetini sonuna dek savunmuştur. Bu onun birlik düşüncesinin sonucudur. Azad, Hilafetin birleştirici gücünü İslam birliğini sağlamada önemli bir etken olarak görüyordu. Hindistan’ın bütünlüğünü savunması ve Pakistan’ın ayrılık fikrine karşı çıkması da aynı fikrin uzantısıdır.

 

Müslümanların Hint havzası tecrübesinin Pakistan ayağının en etkili düşünürlerinden biri de Mevdudi’dir. Mevdudi, İslamcılık akımının Seyyid Kutub’la birlikte en etkili düşünürlerindendir. İslamcılık akımının en temel argümanlarından biri Kur’an’ın doğru olarak anlaşılmasıdır. Mevdudi’ye göre Kur’an’ın anlaşılması konusunda bugün yaşayan Müslümanlarla gerçek Müslümanlar arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Ona göre “Biz, bilerek veya bilmeyerek Kur’an’ı kendi günlük hayatımızdan uzaklaştırdık. Çünkü Kur’an’ın ne demek istediğini anlamadan onu okuduk. Bunun neticesinde Kur’an’ın iç dinamiğine aykırı olan görüşleri bile farkında olmaksızın Kur’ani görüşlermiş gibi benimsedik.”(Mevdudi, Kur’an’ı Nasıl Anlayalım, İşaret yayınları) .

 

Mevdudi’ye göre İslam dünyasının temel sorunu sahih bir Kur’an bilincine sahip olmamasıdır. Bu yüzden İslami yenileşmeye oradan başlanmalıdır. Kur’an’ı doğru anlamak için nüzul sürecini anlamak, Mekki ve Medeni surelerin belirlenmesini sağlamak ve doğru olarak tefsir etmek gerekir.

 

Mevdudi, İslam’ın anlaşılması için içtihada büyük önem verir. “İslam; ilim ehline ve fikir önderlerine içtihat, hüküm çıkarma konusunda serbesti verir. İlerleme ve gelişme imkânı sağlamak için de fikirlerin sağlıklı bir biçimde gerçekleştirme imkanı tanır.”( Mevdudi, Kur’an’ı Nasıl Anlayalım, İşaret yayınları)

 

Mevdudi’nin en etkili eserlerinden biri de “Kur’an’a Göre Dört Terim” adlı önemli çalışmasıdır. Mevdudi bu eserinde Kur’an’ın temelini oluşturan İlah, Rab, İbadet ve Din terimleri yanlış anlaşılmıştır. Uzun yıllar boyu Müslümanlar bu yanlış anlayışın etkisiyle din anlayışlarını oluşturmuşlardır. Bu yüzden sahih bir din anlayışı için bu terimlerin sağlıklı olarak analiz edilmesi gerekmektedir. “Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek, anlamının derinliklerine inmek isteyen kimsenin bu dört kelimeden her birinin sahih anlamlarını bilmesi tam ve kapsamlı kavramlarına vakıf olması gerekir. İnsan İlah’ın ne olduğunu, Rabbın ne anlama geldiğini, İbadetin neden ibaret olduğunu, dinin neye dendiğini anlamazsa şüphesiz, Kur’an-ı Kerim’in tamamı onun gözleri önünden, manasından hiçbir şey anlaşılmayan, gelişi güzel bir söz yığını gibi geçer gider.”(Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Pınar yayınları)

 

Kur’an hakkındaki bu hatalı anlayışın İslam dünyasında vahim sonuçları olmuştur. Kur’an’ın yanlış anlaşılması Müslümanların bilincini derinden yaralamıştır. “İşte bu, kendilerini Müslüman sayanların İslam dinini kabul etmelerine rağmen iman ve amellerine zayıflık ve sakatlık arız olmasının en büyük sebebidir. Bütün bunlarla Kur’an’ı Kerim’in hakiki gayesinin açıklığa kavuşması için, bu dört terimin eksiksiz bir şekilde açıklanması gerekmektedir.” (Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Pınar yayınları)

 

Mevdudi “İslam’da İhya Hareketleri” adlı eserinde, Peygamber devrinden sonra cahiliyenin ortaya çıkmasına karşı, İslami söylemi yeniden Peygamber devrindeki saf inanca geri döndürmek için ortaya çıkan İhya hareketlerini ele alır. Mevdudi’ye göre yenileşme çabalarının başarılı olabilmesinin aşamaları şunlardır:

1-Zamanın sorunlarını doğru teşhis.

2-Islah düşüncesi.

3- İmkânların araştırılması.

4- İnanç ve buna bağlantılı mücadele.

5-Toplumsal mücadele.

6-İçtihat.

7-İslam’ın savunulması.

8- İslam nizamının doğuşu.

9-Yeryüzünde Allah(c.c)’ın hâkimiyetini kurmak.(Mevdudi, İslam’da İhya Hareketleri, Pınar yayınları)

           

Mevdudi’ye göre içtihat konusunda uyulması gereken bazı temel ilkeler vardır. Bunlar:

 

“1-Tecdid işinde sadece İslami bilimler alanında bir şeyler bilmek yeterli değildir. Bunun yanında diğer pozitif bilimleri ve onların çağdaş özelliklerini de çok iyi şekilde bilmek zorunluluğu vardır.

 

2- Önemli olan diğer bir nokta, içtihat konusunu çok iyi bir şekilde bilme zorunluluğudur.” (Mevdudi, İslam’da İhya Hareketleri, Pınar yayınları)

           

Hint tecrübesi İslam dünyasının en önemli tecrübelerinden biridir. İslam dünyasının renkli düşünce hayatı, Hint dünyasında da kendini gösterdi. Bu tecrübe Şah Veliyullah, Seyyid Ahmet Han, Ebu’l Kelam Azad, Mevdudi, Muhammed İkbal ve Fazlur rahman gibi önemli düşünce adamları yetiştirmiştir. 

Bu yazı toplam 2913 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.