İSLAM DEKLARASYONU* / Köşe Yazısı - Saadet ZENGİN

31.10.2020 23:04:07
Saadet ZENGİN

Saadet ZENGİN

 

İSLAM DEKLARASYONU*

            Değişen dünyada herkes hâkimiyet kavgasındayken müslümanlar gaflet içindedir. Bosna soykırımından yarım asır önce müslümanları uyandırma, müslümanlara görevlerini, kardeşlik şuurunu hatırlatma amacıyla bir bildiri kaleme alan Aliya’nın bu feryadı karşılık bulmamış, müslümanlar derin uykularına devam etmişlerdir. Bu gaflet Aliya’nın halkına, Bosna’ya çok pahalıya patlamıştır. Onlar bütün müslümanların gafil bakışları karşısında yıllarca hunharca katledilmişlerdir. Aliya bu bildirisi ile müslüman halkların İslam’a olan ihtiyacını, İslam’ın nasıl bir sistem olduğunu, bu sistemin önündeki engelleri ve bu engellerin hızla nasıl bertaraf edilmesi gerektiğini ifade ederek ne kadar basiretli, bilge bir  lider olduğunu ortaya koymuştur. Yarım asır önce Aliya müslüman halkların asıl sorununun manevi bağımlılık olduğunu ve bu bağımlılıktan dolayı fakirleşip geri kaldıklarını söylemiştir. Bütün bunlardan kurtulmanın yolunun ise hayatın tüm alanlarında İslami düşüncenin yenilenmesi ve İslam dünyasında İslam birliğinin gerçekleştirilmesi olduğunu söylemiştir.

        İslami yenilenmenin nasıl gerçekleşeceği konusunda Aliya hala önem arz eden bir soruna dikkat çekmiştir: “Yenilenmeyi aydınlar gerçekleştirecektir. Peki, hangi aydınlar?” Ne yazık ki iki tip aydınımız da bu konuda yetersizdir. Bunlardan muhafazakârlar eski reçeteleri,  modernistler ise yabancı reçeteleri sunmaktadırlar. Birinciler İslam’ı geçmişe çekmekte, ikinciler ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadırlar. İkisinin ortak tarafı ise İslam’ı sadece bir inanış(religion) olarak görmeleridir. Hâlbuki zahiri ve batıni dünyanın varlığını tanıyarak İslam bu iki dünya arasında bulunan uçurumun köprüsü olma vazifesini insana vermektedir. Bu birlik olmazsa din geriliğe; bilim ise ateizme götürür. Modernistler genelde Avrupa’da eğitim görüp oradan Batı’ya karşı büyük eziklik; ait oldukları geri kalmış ve fakir ortama karşı ise kibir duygularıyla dönmüşlerdir. Ve hızlı bir şekilde İslam’a, ahlaka, geleneğe dair ne varsa tahrip etmişlerdir.  Onlar Batı’nın gücünün nasıl yaşadığında değil; nasıl çalıştığında bulunduğunu anlayamadılar. Batı’dan devrim, reform, program gibi bir sürü şüpheli aksesuar getirdiler. Örneğin dil inkılâbı ile Türkiye hafızasını kaybetmiştir. Kendi kültürünü, dilini koruyan Japonya ise yücelip gelişmiştir. Yani Aliya’nın da ifade ettiği gibi aydınlarımız yapmak yerine yıktılar, tecdit namına da kökten yok ettiler.

            İslam dünyasının reformistleri akıllı ve bilge olamadıklarından müslümanlar gerçek maddi, manevi bağımsızlıklarını kazanamadılar. Bağımsızlıkları kısa sürede marş ve bayrağa indirgendi. Böylece esir, eğitimsiz, fakir ve bölünmüş bir toplum olduk. Hâlbuki biz müslümanlar esir, kavgalı, ümmi olamayız. Ancak İslam’ın mürtedi olarak öyle olabiliriz.

          Müslüman halkların Kur’an’ı her zaman öncelemelerine rağmen, böyle eğitimsiz, esir ve benzeri duruma düşmelerinin en önemli sebeplerinden biri de Kur’an’ı çok güzel okuyup yazmaları ama uygulamamalarıdır. Kur’an aktif olma ve kanun otoritesi olma vasfını kaybetmiş oldu. Bu durum Kur’an’la yollarını ayıramayacak olan; fakat aynı zamanda hayatlarını onun isteklerine göre düzenleyecek kudrette olmayanların işine geldi. Bir kere uygulamak zorunda kalmamak için binlerce kere okudular. Özne iken nesneleşen Kur’an bizden korunmayı değil anlaşılmayı istemiştir. Oysaki Kur’an manasız bir sese;  camiler ihtişamlı boş binalara; âlimler ülküsüz, cesaretsiz beyaz sarıklara dönüştü.

         Müslümanların gerilemesinin bir diğer sebebi terbiye sistemidir. Müslümanlar, eğitimli insanlara sahip değiller. Eğitim kurumunu iktidar sahipleri ya ihmal ettiler ya da yabancılara bıraktılar. Böylece okullar ve aydınlar ile halk arasında bir uçurum meydana geldi. Müslüman halk kitleleri yabancılaşmış aydınların dayattığı ülkü için harekete geçmeyip kayıtsız kalmıştır. Müslüman kitlelerin duyguları ancak İslami fikirlerle harekete geçer. İslami düşünen ve hisseden bir intelijansiya meydana gelmedikçe müslümanlar bu kayıtsızlığa devam edeceklerdir. Bu acı gerçek hala geçerlidir. Aydınlarımız Batı’nın havariliğini hala iştahla sürdürmekteler. Halkımıza ise modern eğitim(!) marifetiyle bu tahripkâr görüşler daha şirin gelmektedir.

                  Aliya, İslam düzeni için İslami toplum ve akabinde İslami iktidarı gerekli görmüştür. “İslami iktidar olmadan, İslam toplumu tamamlanmamış ve güçsüzdür. İslami iktidar ise İslam toplumu olmaksızın ya ütopya ya zulümdür” der. Toplumların bozulmuşluğu belli bir sınırı geçtiğinde kanunlar yetersiz kalır. Yani bozuk bir topluma en güzel, en adil kanunlar bile fayda etmez. Toplum ancak Allah adına ve insanın terbiye edilmesiyle düzeltilebilir. Allahın tek emriyle, Orta ve Yakın Doğu’da yaygın olan şarap, kumar, sihir ortadan kalkarken; toplum hazır olmadığından Amerika’da içkinin yasaklanması 13 yıllık zulüm, cinayet ve mafyayla dolu birçok olayla sonuçlandı ve yürürlükten kaldırıldı. Dinle kanun, terbiyeyle güç birleşirse İslami düzen olur, toplum ıslah olur.

           Bilge Kral her zaman ve her neslin görevinin, İslam’ın değişmez prensipleri doğrultusunda çağa ve ihtiyaca uygun siyasi, toplumsal, üretimsel, terkipler meydana getirerek; İslam’ın mesajlarını gerçekleştirmek olduğunu belirtir. Bu görevi gerçekleştirmek içinse İslam, ayrılık içinde olan din-bilim, birey-toplum, madde-mana arasında arabulucu düşünce rolüne; İslam dünyası da arabulucu millet rolüne kavuşmalıdır. Oysaki İslam dünyası hala uçlarda gezinmekte, ayrıştırdıkça ayrıştırmaktadır. Ne yazık ki madde ile mana, birey ile toplum, din ile bilim arasındaki uçurum günden güne daha da derinleşmektedir.

                  İslami düzenin olmazsa olmaz prensiplerini Aliya şöyle sıralar: “İç rönesansını sağlamış bir insan ve insanın diğer insana elini dolaysız bir şekilde uzattığı bir toplum; Allah’ın tek olması ve bütün insanların eşitliği; ümmet prensibi çerçevesinde müslümanların birliği; toplumsal zenginliklerin, doğal kaynakların toplumun tümüne ait olması; zekatla birbirinin kaderiyle, alakadar olma ve karşılıklı sorumluluk hissi; Allah’ın mutlak hakimiyetini tanıma ve diğer hakimiyetleri tanımama; işlerde istişare; mevkisi, başarısı ne olursa olsun bireye dokunulmazlık tanımama; şahsiyet ve değerlerimizi koruyarak bilimde ilerleme; basın-radyo gibi medya organlarının, ahlaki otoritesinden şüphe duyulmayan insanların eline verilmesi; mucizeye, Mehdi’ye ve başkalarının yardımına bel bağlamayıp çalışma, mücadele etme; kadına ve aile kurumuna önem verme; hedefe ahlaki vasıtalarla yürüme; gayrimüslim azınlıklara adil davranma; müslüman azınlıkların huzuru için İslam toplumunun güçlü ve itibarlı olması…”

                   Bu ilkelere sahip bir islami düzen kurmak için dini tecdide öncelik vermek gerekir. Her millet öncelikle bazı temel ahlaki tavırları benimsemek zorundadır. Dünyadaki her güç ahlaki olarak başlar, her yenilgi ahlaki tökezleme olarak başlar. Dini tecdit müslümanım diyenlerin islamlaşması, dini ve ahlaki normlarını kesin ve samimi olarak uygulamasıdır. Bütün gerçek değişimler terbiyeden başladı ve özünde ahlaki davetlerdir. İslam toplumu eğitim ve sanayileşmede hızlı bir değişime mecburdur. Bu değişimin kültürü yok etmemesini sadece din temin edebilir.

                     İslami düzen, İslam iktidarı olmaksızın gerçekleştirilemez. Fakat yolumuzun hareket noktası iktidarı ele geçirmek değil, insanları fethetmektir. Evvela İslami düzen için mücadeleyi güçlü ve yetişmiş bireyler sürdürebilir. Halkın dini, ahlaki terbiyesi ile toplumsal adaletin temel unsurları temin edilmelidir. İslam için mücadelenin aslında cehalet, adaletsizlik ve fakirliğe karşı bir mücadele olduğu unutulmamalıdır.

                 Müslümanların en acil ihtiyacı ise İslam birliğidir. İslam birliği bir ütopya değildir. Hatta halk arasında panislamizm vardır. Fakat halkın ümmetçi duygularına karşın Batıcı aydınlar ve yönetici kesim panislamist değil ırkçıdır. Üstelik bu ırkçılık dünyanın her yerinde halk kültürünü yüceltmeye götürürken, kültürü islam’la bezenmiş olduğu için İslam ülkelerinde yöneticiler halkın kültüründen uzak bir ırkçılık icat etmişlerdir. Öyle ki Arabistan’ın ırkçı yöneticileri arapça Kur’an’ın dili olduğu için eski işgalcilerin dili ile konuşmaktadırlar. Panislamizm her zaman müslüman halkların kalplerinden doğmuş, milliyetçilik ise daima ithal mal olmuştur. Çünkü milliyetçilik hiçbir derdimize deva değildir; aksine beladır. Her müslüman ülkenin kendi özgürlük ve refahını inşa edebilmesi ancak bütün müslümanların refah ve özgürlüğünü inşa ile mümkündür. Fakirlik denizinde iki zengin ada olan Kuveyt ve Libya’nın ayakta kalmaları mümkün değildir. Panislamizm artık olmazsa olmaz bir ihtiyaç, bugünkü dünyada şeref ve onurun şartıdır.

                  Mevcut şartlara hapseden, aşağılayıcı bir realizmdense inanılan ve uğruna çaba sarf edilen ütopyayı tercih ediyoruz; çünkü inanılan ütopya, ütopya olmaktan çıkar. İslam dünyası bir çöl değil; sürülmeyi bekleyen verimli bir tarladır. Gayretle, umutla, azimle çalışarak bugüne kadarki hezimetlerimizin değerli tecrübeler olduğunu görüp ders alarak biz müslümanlar yine İslam ile yüceleceğiz. Aliya gibi bilge iktidar sahiplerinin azim gücüyle dünya düzene girecektir. Bu bildiri Aliya’ nın vasiyeti mesabesindedir. Bu vasiyete uyup müslümanları yetiştirmek ve İslam birliği için çalışmak her müslümanın görevidir.

*Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu, Fide Yayınları,2014,İstanbul

Not: Bu yazı Aliya İzzetbegoviç’in “İslam Deklarasyonu” adlı kitabının özeti ve değerlendirmesidir.

 

            

 

Bu yazı toplam 2129 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.