Sonu Yokmuş Göçlerin Öğrendim / Köşe Yazısı - İsmail IŞIK

30.03.2018 07:53:58
İsmail IŞIK

İsmail IŞIK

 Mantıku’t-Tayr

 

Sonu yokmuş göçlerin öğrendim, çünkü hakikat sonsuzmuş

"Sırlar âlemine uçan kuş idim. Alçaktan yükseğe çıkmak istedim. Sırra mahrem kimseyi bulamayınca, girdiğim kapıdan ben yine çıktım." Attar 

Horasan’ın en önemli dört şehrinden biri olan Nişabur’da 1120’da doğmuş 1229’da Moğollar tarafından şehid edilmiş şair ve mutasavvıftır. Attâr’ın çok az bir süre seyahat ettikten sonra Nişabur’a döndüğünü ve âdeta uzlete çekilmiş bir şekilde yaşadığını öğreniyoruz. Attâr, bu inziva hayatında mesneviler, gazel, rubai ve kasideden oluşan divanını yazmış ve evliyaların menkıbelerini derlediği meşhur eseri Tezkiretü’l-Evliyâ ile meşgul olmuştur.

Ferîdüddîn-i Attâr, değişik alanlarda eğitim almış, bir eczacı oğluydu. Küçüklüğünde Şadbah kasabasında bir yandan babasının yanında attârlık mesleğini öğreniyor, bir yandan da medrese eğitimi görüyordu. Babasının vefâtı üzerine onun yerine geçip, attârlık mesleğini uzun bir süre devâm ettirdi. Attârlıkla uğraşırken, bir taraftan da ilim ile meşgul oluyordu. Attarlık mesleğine olan ilgisinden ve duyduğu saygıdan dolayı da eserlerinde “Attar” mahlasını kullanmıştır.
Rivayet edilir ki, Bir gün bir derviş, dükkânının önünden geçerken içeri bakıp bir "ah!" çekti. Ferîdüddîn-i Attâr ona, neden baktığını ve niçin “ah” çektiğini sordu. Derviş: "Benim yüküm hafif. Dünyada hırkamdan başka bir şeyim yok. Bu dünya pazarından kolayca geçerim. Fakat sen bu kadar ağır yükle kendi başının çaresine nasıl bakarsın?" dedi. Attar ona, "Bu dünyadan nasıl geçip gidersin?" diye sordu. Derviş de: "Hırkayı sırtımdan çıkarır, başıma yastık yaparım, canımı Hakk'a teslim ederim." demesiyle birlikte hırkasını çıkardı ve başının altına koydu, orada canını teslim etti. Ferîdüddîn-i Attâr bu olaydan çok etkilendi. Bu durum karşısında Allah’a olan bağlılığı, dinini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle gelince, attârlığı terk etti. O günden sonra varını yoğunu Allah yolunda sadaka olarak dağıttı ve kendini tamamen İslami ilimlere adayarak ömrünün geri kalanını ilim, irfan ve ibadetle geçirdi.

Ferîdüddîn-i Attâr'ın yaşadığı dönem, tasavvuf bakımından oldukça önemlidir. İslamiyetin İran topraklarında yayılmasından itibaren var olan edebî dil, tasavvuf edebiyatı’na dönük olarak gelişme göstermeye başladı.

Birçok İslami öge; Kur’an ayetleri, hadisler, peygamberlerin hayatı, evliya kıssaları alegorik bir üslup tercih edilerek daha edebî bir formda anlatılmaya çalışıldı. Ferîdüddîn-i Attâr da varlığın birliği (vahdeti vücud)  ilkesini eserlerinde üstü örtülü bir biçimde aktarmıştır. Temsilî hikâye üslubuyla, İslam kültürünün yapı taşlarından biri olan tasavvufi öğretiyi edebî bir yetkinlik ve manevi bir yaşanmışlık tecrübesiyle, tasavvufun yalnız ehline açık olan en girift yanlarını bile, sade ve deyim yerindeyse sehl-i mümteni(1) denilen bir üslupla aktarmıştır. Eserin günümüze uzanmasında elbette Attâr’ın sade ve samimi anlatımının etkisi büyüktür. Öyle ki kendisinden sonra gelen Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Attâr için şunları söyleyecektir:

“Attâr ruh idi, Senâî ise onun iki gözü,

Biz Senâî ile Attâr’ın ardından geldik.”

 

Ruhun kaynağına ve asıl hedefine doğru sürekli hareketini çeşitli alegorilerle(2) anlatan Ferîdüddîn-i Attâr’ın bu en ünlü manzum eserinde, kuşların yolculuğu üzerinden insanın Allah'ı arayışı, “kuşların padişahı Simurg” anlatımıyla da insanın varması gereken hakikat temsil edilir. Bu efsanevi kuş, tasavvuf edebiyatında her zaman vahdet-i vücut anlayışını temsil etmek üzere kullanılmıştır.

 

Burada, kuşlar halkı, hüdhüd aklı, simurg Allah’ı simgeler. Mantık-ut Tayr; Allah’ın birliği, İslam dininin son peygamberi Hz. Muhammed’in methi gibi konulara sahip olan uzun bir girişin ardından kuşların kendilerine bir padişah seçmek istemelerinden bahseden bölüm ile başlar. Kuşlar bir araya gelip her ülkenin padişahı olduğu kendi ülkelerinin de bir padişahı olması gerektiğini tartışırlar. Daha sonra içlerinde en bilge görülen Hüdhüd onlara padişahlarının ancak ve ancak Simurg kuşu olduğunu aktarır. Bununla birlikte Hüdhüd, hikâye içerisinde önemli bir semboldür ve giriş kısmında kuş topluluğundaki Hüdhüd şu şekilde betimlenir:

"Sırtında tarikat elbisesi, başında ise hakikat tacı vardı."

Eserde Allah'ı sembolize eden Simurg kuşuna yapılan betimlemelerden biri ise şudur:

"Kuşkusuz bizim de bir padişahımız vardır. O da Kaf Dağının ardındadır"

"Adı Simurg'dur, kuşların padişahıdır. O bize yakındır lakin biz ona oldukça uzağız ."

 

Bu açıklamadan sonra yol hazırlığı içerisindeki kuşlar tek tek tanıtılır fakat öncelikle Simurg’u daha detaylı tarif eden bir bölüm yer alır. Sonrasında farklı kuşların hikâyeleri anlatılır ve her bir kuşla bir zaaf veya özellik ilişkilendirilir. Böylece o zaafın veya özelliğin tasavvuf bağlamındaki yerine değinilir. Örneğin papağanın hikâyesinde papağan kendisinin Simurg’un dergâhına varacak takati olmadığını belirtir ve tek arzusunun ab-ı hayat olduğunu dile getirir. Hüdhüd ise canını önemsemenin yanlışlığı ile ilgili bir cevap verir ve canın canana feda edilmesi gerektiğinden bahseder. Kitabın tek tek kuşlardan bahseden bu bölümünden itibaren anlatımda aralara bahsi geçen özellik, kavram veya genel olarak konu hakkında çeşitli hikâyeler anlatılır. Bu hikâyelerin bir kısmı tarihte yaşamış önemli kimselere atfedilir veya içlerinde karakter olarak bu kişileri barındırır.

 

Kuşların tek tek gelip kendilerine dair konuşmalarından ve bunlardan çeşitli özelliklerin tasavvufî tahlilinin yapılmasından sonra kuşlar Hüdhüd’e başka sorular yöneltirler. Cevaplardan sonra kuşlar yola düşmek isterler öncelikle Hüdhüd onlara açıklayıcı bir konuşma yapar. Fakat bu konuşmanın ardından bahane getirmeye başlarlar. Hüdhüd tek tek bahaneleri cevaplar. Bahanelerin sonunda bir kuşun yolu anlatmasını istemesi üzerine Hüdhüd Simurg’a ulaşmak için gidilecek yolu anlatır; aşılması gerekilen yedi vadi vardır, hepsi de çetindir. Yedi vadi; seyr-ü sülûk’un zorlu aşamalarını sembolize eder.

 

Kuşlar birer salik, Hüthüd ise mürşittir. Bu yedi basamak (merdiven ) insanın kendini gerçekleştirme çabasıdır. İnsan bu her bir basamakla aklen ve kalben kendini eğitmiş olur. Bu zorlu yolda kim sabreder yoluna devem ederse tevhide ulaşan o olacaktır. Attâr, tasavvufun esası kabul edilen tarikat, marifet ve hakikat merhalelerini yedi vadi olarak sembolleştirmiştir. Vadilerin adları sırasıyla:  Talep, Aşk, Marifet, İstiğna (ihtiyaçsızlık), Tevhid, Hayret, son olarak da Fakr ve Fena’dır.

 

Fenâ merhalesi en son ve üst seviyedir. Gerçek tevhit bu makamdadır. Orada artık çokluk yoktur. İnsan vücudu ise Hakk’ın cilvegâhıdır. Yolda yok olmadan kendi ruhani sülûkünün sonunda Hakk’a vasıl olur ve Hakk’ın onun kendi içinde olduğunu idrak eder.

 

Kuşlar, Simurg’a, yani onun bir tüyünden yaratıldıklarına inandıkları kuşa ulaşmak isterler, ancak başlarında bir padişah olduğu zaman ona ulaşacaklarına inanırlar. Hüthüd isimli başka bir kuşu, onlara bu yolculuklarında kılavuzluk etmesi için seçerler ki bu da tasavvufta müridin rüya yoluyla mürşidini seçmesini anımsatır. Fakat yol uzadıkça kuşlar yorulur ve yarı yolda çoğu telef olur. Kuşlar sürekli sorular sorar ve Hüthüd hiç bıkmadan, usanmadan hepsine cevap verir.

 

Hüdhüd dedi ki; bu yol herkesin gideceği bir yol değildir. Bu yola temiz girmek gerekir. Her kim sahip olduğu şeylerden el çekerse temiz olur ve temizlikte huzura erer. Bu dehlizde yol alabilmek için sahip olduklarından bir bir vazgeçmelisin. Her şeyden önce kendinden el çek, ondan sonra yola çıkmaya azmet."

 

 Bir pire yeni intisap eden bir salik, her şeyden önce pirine, meşakkatlere katlanacağına, namazlarını vaktinde kılacağına, kibir, haset ve bencillikten kalbini arındıracağına dair tam bir samimiyetle söz verir. Sülûk’a, yani yola girmiş olan salikin bazı kademelerden geçmesi gerekir. Nefsinden ve dünya heveslerinden sıyrılan kişi, Allah’a doğru yaptığı manevi yolculukta giderek olgunlaşır. Attâr, bu dünyayı bir zindan olarak görmektedir. Eserlerinin genel özelliklerini can kuşunu bu zindandan kurtarmak oluşturur. Buradan kurtulan kuşun tek bir gayesi vardır, o da asıl vatanına, hakikate, yani onu yaratana dönmek, ona ulaşmaktır. Yüce Allah, yarın diriliş gününde, “Ey bitap düşmüş! Yoldan ne getirdin?” diye sorarsa, zindandan ne getirilir ki ya Rabbi, derim .

 

Kuşların Hüthüt’ü rehber seçmeleri gibi insan da Hakk’a erişmek ve Allah’ın varlığında fenâ bulmak için bir mürşide gereksinim duyar. Kuşların yolculuğu, insanın kendi hakikatine varma gayretinin temsil olunuşu, bir’i bilme çabasıdır; bir başka şekliyle insanın Allah’ı arayış serüvenidir. Tasavvuf inanışının tüm zorlu aşamalarına rağmen insan, ancak bu arayışı sürdürdüğü zaman ruhunu, beden ve dünya zindanından kurtarabilir. Mürit, bu dünyaya geliş amacını hatırladığı, dünyanın kötülüklerine boğulmadığı ve zindanda kendinden bi’haber yaşamadığında bir arayış içine girebilir. Bu arayış da talep ile başlar. Bu anlamda Attâr’ın manzum eseri olan Mantıku’t- Tayr’da ilk vadi, talep vadisidir. Yani sülûk’un ilk aşaması istektir. Attâr, bu aşama için oldukça şairane bir üslupla şöyle der:

 

"Talep, insanın içinde ortaya çıkmadıkça ahunun göbeğindeki kandan misk meydana gelmez."

 İnsan bilmek, gelişmek, yücelmek ve aşık olmaksa derdi önce istemeli talep etmelidir. Derdi olmayanın hiçbir şeyi olmaz.

 

Bu vadinin ardından aşk vadisi gelir ki burada artık keşfin ilk aşaması başlamış sayılır. Seyr-isülûk’ta aşk eşyada, beşerî olanda Allah’ı görmektir ve her zaman ilahî aşka yöneliktir. Gerçek aşka ulaşmada kullanılan vasıtalar vardır. Salik, yaratılmış tüm güzelliklerin kaynağı olarak Allah’ı görür ve onu yüceltir. Bu yolda insana hürmet, asıl sevgiliye hürmettir.

Biz burada Ferîdüddîn-i Attâr'ın kitabında aktardığı bir hikayeyi sunmak istiyoruz. İlahî bir şeylere ortak olmanın hayreti, kalbin diliyle başka bir zamandan konuşmalar, rüyalar, en önemlisi de şeyhin bir şeyler öğretmek niyetinde olup da, asıl kendisinin bir şeyler edinerek (öğrenerek ) tekrar girdiği tekke kapısına, gencecik bir kız gibi cansız düşüveriyorsunuz. Özetle;

Şeyh San’an rüyasında sürekli, Rum diyarında bir puta tapındığını görür. Bu işin sırrı, aslı nedir diye Rum diyarına gider. Orada bir Hristiyan kıza âşık olup, pirliği bırakıp Hristiyan olur. Hırkasını yakıp zünnar (Hıristiyan keşişlerin bağladıkları simgesel kuşak) bağlar. Müritlerinin çoğu onu bu yoldan çevirmeyi dener ama o yolundan vazgeçmez. Bu olayın olduğu sırada orada bulunmayan bir mürit, şeyhinin nerede olduğunu sorunca, aldığı cevap karşısında şaşırıp şöyle diyor der:

Yüz binlerce işe yarar dost gerekir. Dost, işte bugün işe yarar. Bilerek yanından ayrılmamalıydınız. Hepiniz birden Hristiyan olmalıydınız. Aşk, kötü ad ve san üzerinde kurulmuştur. Kim bu yoldan baş çekerse bu hamlıktandır.Ve aşığın yangını bir gün maşuk’a da tesir eder. Yol kesenin de bir gün yolu kesilir… Bu bir “ah” değildir! Yürek hakkı bunu gerektirir.

                         

Önce şeyh, sonra aşık olduğu kız yollara düşer. Bunu işiten müritler hep birlikte şeyh için dua etmeye başlar. Temiz kalpli müritlerden birisi o gece Resul’ü rüyasında görür ve şeyhine şefaat edeceğini ve bağışlanacağını söyler. Rüyayı hemen şeyhe anlatırlar. Şeyh de rüyanın şaşkınlığıyla tekrar hırkasını giyer ve dinine döner. Fakat müritlerinin yanında nurunun azaldığını görür ve ağlar. Baht güneşinin önündeki kara bulutlar çekilen şeyh, müritleriyle birlikte tekrar Hicaz’ın yolunu tutar. Bu sırada Hıristiyan kızı, rüyasında kucağına bir güneşin düştüğünü görür ve şimdi yola düşme sırasının kendisine geldiğini anlar…

Şeyhe doğru revan olurken bir yandan da yol boyunca tövbe eder ve onun dinine girdiğini söyler, af olunmasını ister. “Senin gibi yolundan ayrılmayan bir erin yolunu kestim, sen benim yolumu kesme; çünkü bunu bilmeden yaptım. Yaptıklarımdan dolayı beni hesaba çekme, imana geldim!” diye yakarır. Ferîdüddîn-i Attâr, kızın bu durumunu şu beyitlerle anlatır:

 “Onun dinine gir, onun yoluna toprak ol. Ey onu kirleten, onunla temizlen. O gelmiş, samimi bir aşkla senin yolunu tutmuştu. Sen de hakiki bir aşkla onun yolunu tut. Sen onun yolunu kesmiştin, şimdi onun yoluna gir. O artık yola girdi, sen de ona yoldaş ol. Hayli zamandır onun yolunu kesmiştin, şimdi ona yoldaş ol. Nice zamandır habersiz idin, artık hakikatten haberdar ol!

 

O sırada yoluna giden şeyhin içine, “O güzelin yanına var, bizim dergâhımızla tanış oldu, şimdi işi bizim yolumuza düştü, geri dön!” diye ilham olunur. Müritlerin hepsi şaşkına dönmüş bir halde, canınla oynamasının sebebi nedir diye sorunca yollarının üzerinde kıza rastlarlar. Kız, şeyhe: “Bana İslâm’ı anlat!” der. Şeyhi görünce kendinden geçen kız, “Beni affet düşmanlık besleme!” deyip oracıkta can verir. “O, bu mecaz denizinde bir katre idi”

 

Şimdi biz kendimize soralım , Şeyh Sân’an’ın peşinden gider miydik? Bizi doğru yola götüreceğinden emin olduğumuz birinin peşinden her ne olursa olsun gider miyiz? Gider miydik? Gider miydim? Kalbin eğitiminin burada ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Sadece aklın üstesinden gelebileceği bir durum değildir. Kalbin bir özelliği de döndürmektir. İşte her iki durumda da Şeyh Sân’an'a takla attıran yine kalptir. Kızı ona döndüren de O dur. Bu Kur'an'da ve hadislerde şöyle ifadesini bulur; "Biz onların kalplerini ve gözlerini gerçeği anlayıp görmekten evirip çeviririz." (En'âm/110)

"Hayır! Kalpleri evirip çeviren Allah'a yemin ederim ." (Buhari) Hz. Peygamber çoğu zaman şöyle diyordu:

Hz. Peygamber (s.a) kalbin acayipliklerine ve değişmesindeki Allah Teâlâ'nın garib sanatına muttali olmasından ötürü bununla yemin ederek şöyle buyurmuştur:

"-Ey kalpleri evirip çeviren Allah! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl!"
Bunun üzerine ashâb-ı kirâm Hz. Peygamber'e şöyle sordular:
"-Ey Allah'ın Rasûlü! Sen korkar mısın?"
"-Bana teminat veren ne vardır? Kalp Rahmân'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği gibi evirip çevirir."(Tirmizi)

 

Sır kalptedir, onun sırrına ermek gerektir. Allah için yaşayanların nasibinde, aşkta ne sırlar varmış hissedebiliyor. Vereceğimiz anlam bizim yaşadığımızdan, anladığımızdan öteye geçmez. Bizden gidenler, yüreğimizde daha içerilere gizleniyorlar, bizim köklerimize. Bunların ötesinde olanı  görmek. Şeyh Sân’an gibi “O, bu mecaz denizinde bir katre idi, hakikat denizine geri döndü” diyebilmek için ilahî olandan nasibi olması gerek insanın.

Bir kimsenin başı sevgilisinden daha kıymetli ise onun aşktan dem vurması abestir. Bir diğer vadi ise marifet vadisidir. Hakikatte marifet herkeste farklı farklı olsa da o ilme, gerçeğe ulaşmak kalple mümkündür. Bunun için temiz bir kalp gerekir. Bu aşama insanın Hakk’a yakınlık mertebesinin bilincine vardığı aşamadır. Nasıl ki tasavvufun amacı; namaz, oruç, zikir, tevekkül, sabır ve riyazet yolu ile zahirini yaşadığı şeriatın bâtınını da bilmesi için kulun nefsini ve kalbini bir süluk sistemi içinde arındırmak, kötü vasıflarını öldürmek, kulu insan-ı kâmil mertebesine ulaştırmak için ruhu terbiye etmekse, rehber Hüthüt’ün rehberliğinde hareket eden onun tüm dediklerini yerine getiren kuşlar da çeşitli zorluklardan sonra Kafdağı’na ulaşırlar. Süluktaki insan da böyledir. Sırlara vakıf olanlar arayıştan bir an bile uzak durmazlar. Yoldaki işaretlerden haberdar olanlar sırlardan zevk almaya başlar ve her an içlerinde yeni bir şevk belirir. Bu hâle varanlar için artık ehl-izevk denir. Kuşkusuz herkesin yolculuğu başka olduğundan, hiçbir kuşun uçuşu aynı değildir. Marifet işte bu yüzden farklılaşmıştır. Burada biri mihrabı, ötekisi putu bulmuştur.

 

Dördüncü vadi ise istiğna vadisidir. Salikin Allah’ın kendisine kâfi olduğuna inanarak ondan başkasına ihtiyaç duymaması ve tenezzül etmemesidir. Beşinci vadi, tevhit vadisidir. Çokluğun yol olduğu makamdır. Bu aşamada vahdet-i vücut esastır. Diğer varlıkların Hakk’ın varlığında yok olmasıdır. “Senlik benlik sürdükçe şirk devam eder.” der Ferîdüddîn-i Attâr. Çünkü onların varlıkları Hakk’ın varlığına bağlıdır. Bir şeyin vücudu o şeyin zatı değil, zatın sıfatıdır. Âlem sadece Tanrı’da içkin olarak vardır. Hakikat erinin gözünde ne Kâbe vardır ne de kilise.

 

Ferîdüddîn-i Attâr, bu makamdaki durumu Mantıku’t-Tayr’da çok kısa bir hikâye ile şu şekilde tarif eder: Birisinin sevgilisi kazara suya düşer, ardından âşığı da kendini suya atar. Sudan çıktıklarında sevgilisi ona şöyle sorar; “Tamam, ben suya düştüm de sen niye suya atladın?”Âşık şöyle cevap verir: “Ben kendimi suya attım, çünkü kendimi senden ayrı görmüyorum.”

 

Bir diğer vadi ise hayret vadisidir. Bu makamda olan kişinin gönlü sürekli dert ve ahla inler, hasret çeker. Gece gündüz uyumaz. Hayret ve hasret kelimelerindeki ses uyumundan da faydalanan Attâr’a göre, yolunu yitirmiş yolcu, bu makamda uykuda mı uyanık mı olduğunu bilmez, zamanın da dışındadır.

 

Son vadi ise fakr ve fenâ vadisidir. Yokluktan çıkan kimse hakikatin sırrına erişir. Aradığına ulaşır. Kendi varlığı kalmaz, Hakk’ta fâni olur. Ancak mumda yananın mumun hikâyesini anlayabileceği gibi, bu makamın hakikatini de yine o makamı tatmış olan bilir. Ama yine o makamda kalmaması gerekir. Çünkü beka gereklidir. Bütün seyr-ü sülûk makamı, aslında damlanın denize kavuşmasıdır. İnsanın Allah’ı, hakikatini arayışı da sırlara gark olmakla mümkündür. Ferîdüddîn-i Attâr, eserinin sonunda tekrar kuşların yolculuğunu anlatmaya döner ve şöyle der: “O bir âlem dolusu kuş yola çıkmıştı, oraya sadece otuz kuş varabildi.” Sonunda dergâha eriştiler. Güneşe benzeyen bu dergâhın bir ayna olduğunu işittiler ve orada sadece kendilerini gördüler. Simurg’un kendileri olduğunu anladılar. Attâr, eserinin sonunda “Zat ve sıfat vadilerimizde ki seyr-ü sülûkunuzun hakikati yoktur.” der. Vuslatın, son değil başlangıç olduğunu müşahade ediyoruz.

 

Mantıku’t-Tayr’dan beyitler:

İçinde bir derdin varsa, zaten uyanıksın demektir. Gece gündüz onunla meşgul olur, boş kalmazsın.

Bir kimsenin başı sevgilisinden daha kıymetli ise onun aşktan dem vurması abestir.

“Kuşkusuz karşısına çıkan her yolda herkes kendi kabiliyetine göre yol alır.

Kuşkusuz herkesin yolculuğu başka olduğundan, hiçbir kuşun uçuşu aynı değildir.

Marifet işte bu yüzden farklılaşmıştır. Burada biri mihrabı, ötekisi putu bulmuştur.

 

Bu eserle Attâr’ın tasavvufi hayatı anlatmayı kendisine bir amaç edindiğini söyleyebiliriz. İlahî bir aşkın içinde vücudunun eriyeceği inancında olan tüm tasavvufi şairler gibi Attâr da kendine sembolik bir dil seçmiştir. Gerçek bir yüzünü bize değişik simgelerle öylesine örtmüştür ki akıl bu görüntüler arasından bir diğerine geçerken yetersiz kalmıştır. Çünkü metafizik olanı, aşkın olanı, akılla sınırlandırılmış felsefe ile anlamak mümkün değildir. Bu yüzden mutasavvıf şairler, yüzyıllardır ancak kalbî akıl ile Hakk’a yaklaşılabileceğini savunan eserler üretmişlerdir. Ondaki bütün semboller İslam’ı anlatmak için sadece bir yoldur.

                                

Attar, bu sembolik öyküsünde, insanın nefsiyle yapacağı çetin uğraş sonucunda Allah’a ulaşacağını, Allah’ın, nefsle ilgili isteklerden temizlenen kalpte tecelli edeceğini anlatmak istemiştir. “Neye baktımsa Allah’ı gördüm.” Attar

 

Feridüddin Attar’ın Mantık-üt Tayr(Kuş Dili) eserindeki Duası ile bitirelim:

 

“Ey Rabbim, beni yaratanım! Dünyaya geldim geleli senin sofrandan, senin ekmeğinden yiyip duruyorum… Bir kimse, birinin ekmeğinden yedi mi, ona hakkı geçer; ekmek sahibi de onun hakkına riayet eder. Ben, cömertlik denizinin sahibi olan senin ekmeğini çok yedim, hakkımı gözet  . Ey Âlemlerin Rabbi! Acizim kanlara boğuldum, karada gemi yüzdürdüm. Feryadımı duy elimden tut… Daha ne kadar sinikler gibi ellerimi başıma götürüp bekleyeyim? Bilemedim, yanıldım, sen bağışla. Şu kan ağlayan yüreğime bak, bütün bu musibetlerden sen kurtar beni  . Ey derdime derman olan Allah’ım! Kâfire küfür gerek, dindara din. Attar’ın gönlüne ise derdinden bir zerre. Şu kulağı halkalı kuluna bir zerre dert ver. Eğer senin derdin olmazsa canım ölür gider. Varlıktan bir sermayem yok, gölge içinde kaybolmuş bir zerreyim. Karanlıklar içinde kayboldum, bir nur yolla, kimsem yok benim, yardımcım sen ol”

 

* FERİDÜDDİN-İ ATTÂR -  MANTIKU’T-TAYR

- Hasan Ali Yücel Klasikleri- İş Bankası Kültür Yayınları

 

1-Sehl-i mümteni kolay görünen, ancak benzeri söylenmeye kalkılınca zor olduğu anlaşılan, özlü söz söyleme sanatı. Bu tür sözler, derin anlamlıdır. Türk halk edebiyatında, Yunus Emre bu sanatı ustalıkla kullanmıştır.

2-Alegori; bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır. Soyut bir düşünceyi heykel ya da resim ile göstermek, örneğin adalet düşüncesinin gözü bağlı ve elinde terazi bulunan bir kadınla (Themis) anlatılması gibi.

Sözlük;

Seyr-ü Süluk: Yürüme, gezme, seyretme, yola girme, yol tutma, mutasavvıfın Allah'a ulaşmayla sonuçlanan manevî yolculuğunu belirten bir tasavvuf terimi.


Mür
şid: Resulullah efendimizin izinde giderek kemale gelen ve bundan sonra insanları irşad eden (doğru yolu gösteren) İslam alimi. İnsanlara doğru yolu gösteren rehber, kılavuz.  Allahü Teâlâ’ seven ve insanları O'nun sevgisine kavuşturan salih, iyi bir kul. Mürşid, lügatte  “İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran, olgun, üstün bir kimse” manalarına gelir. Allahü Teâlâ’nın tam, olgun ve insanlara her bakımdan faydalı olan tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliya kullarına “Mürşid-i kamil” denir.

Mürid: Dileyen, isteyen, arzulayan, irâde ve istek sâhibi olan kimse. Dilemek, istemek, arzulamak, talep etmek, emretmek, tercih etmek, iki zıttın birini gönüllü olarak seçmek anlamında Arapça “E-râ-de” kökünden türetilmiş bir kelime. “Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü’, “Kişinin yine kendisinin seçtiği hedeflere doğru tavır ve davranışlarını tayin etme kabiliyeti”    ,“Düşüncenin ortaya koyduğu gayeye doğru eğitme hareketi’,  “Kalbin Hakk Sübhânehu ve Teâlâyı talep etmeye azmetmesi’

 

Bu yazı toplam 2100 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.