EKALİM-İ SEB'A YAHUT YEDİ İKLİM

1.04.2015 21:59:05
EKALİM-İ SEB'A YAHUT YEDİ İKLİM
 

Ekâlim-i Seb'a yahut Yedi İklim

 
Yedi İklim, 1987 Mart’ından 2015 Mart’ına uzanan 28 yıllık dönemi geride bıraktı. Dergi, ait olduğu şecereyi, geçmişten bugüne yaptıklarını/yapamadıklarını, hangi şartlarda yayın hayatına başladığını anlatan aynı zamanda sorumluluğu hatırlatan birkaç yazıya yer veriyor bu sayısında.
 
Türkiye’de İslâmî anlayışı yansıtan/yansıtma iddiasında olan edebî ve fikri dergilere yakından bakıldığında, bu yayınların belli konularda merkezî konumda oldukları söylenebilir. Dergiyi ne her şey ne de hiçbir şey olarak görmemek gerektiğine dair bir bakış açısı var olsa da bunun çok belirginleşmediği yahut yeni yeni hissedilmeye başlandığı açıktır. Hatta yakın tarihte dergiler olmaksızın etkileşimlerden ve yön tayininden söz etmek dahi mümkün değildir. Çünkü dergiler büyük ölçüde topluma bir şeyler anlatmanın, bir araya gelmenin mekânlarıydı. Dönemlerin karmaşasında, zor şartlarında hakikati sürdüren var olma bilinci, düşüncesi ve “durun kalabalıklar” haykırışı dergilerle varlık kazanmıştır.
 
Haddizatında dergicilik doğrudan doğruya toplumsal bir varoluş ve toplumsal hareketlilikle ilintilidir.
 
Dergicilik alanında öteden beri pek çok hareketlilik olmasına karşın kurumsallaşma olmadığı için sermayenin dergileri hariç “istikrar”dan söz edilemez.
 
Kurumsallaşmanın neden gerçekleşmediği konusunda herkesin kendince bir izahı olsa da bence bu konuda esas husus bir müddet sonra dergi çıkarmaya sebep olan heyecanın ve fikri takibin kaybolmasıdır. Memlekette düşünceyi öne çıkarma iddiasında olan aydınlarımızın çıkardığı dergilerin 12 bilemediniz 15 sayıyı görünce kapanmış olması bile tek başına çok şey anlatır. Elbette bunu söylerken dergi kadroları arasında meydana gelen husumetleri ve ayrılıkları göz ardı ediyor veya yok sayıyor değilim.
 
Toplamın İzleğinde Olma Bilinci
 
Bu açıdan, bu ay 300. sayısı yayımlanan Yedi İklim dergisine farklı açılardan bakılabilir diye düşünüyorum. Varsayımlar bir yana derginin yayın hayatını sürdürüyor olmasının belli noktalarda “mektep” vasfını muhafaza ediyor olması kayda değer. Dergi, kendini ait gördüğü şecereyi, geçmişten bugüne yaptıklarını/yapamadıklarını, hangi şartlarda yayın hayatına başladığını anlatan aynı zamanda sorumluluğu hatırlatan birkaç yazıya yer veriyor bu sayısında. Bu yazılar şöyle: Ali Haydar Haksal, “Üç Yüz Yedi İklim”, Âlim Kahraman, “Bir Pencereden Yedi İklim”, Şakir Kurtulmuş “Yedi İklim’de 300. Sayı Heyecanı” ve Osman Koca’nın “Üçdalyalık Manifesto”. Muhtemelen derginin bu sayısı için daha kapsamlı bir şeyler düşünülmüş fakat bu değişik sebeplerle gerçekleşmemiş. Bundan dolayı belli noktalarda birbirini tekrarlayan metinlerle yetinilmiş. Metinlerden ilk üçü kimlik haritasına hatıralarını da kattıkları için dergiyi konumlandırma siyaseti ve derginin çıkış şartları açısından hayli önemli. Gelgelelim dördüncü metnin “mukallit” tarafı oldukça fazla göründü bana. Başka dergilerin 100 veya 200. sayıları vesilesiyle yayımlanan yazılar yahut koparılan tantanalar hatırlanırsa mütevazı bir “dosya” olmuş derginin bu sayısı. Ayrıca Osman Bayraktar’ın “Süreğenliğin İçindeki Devingenlik” başlıklı yazısı İslâmcı düşüncenin bir boyutuyla edebiyat dergiciliğini bir araya getirmesinden dolayı dikkate değer. Bayraktar, İslâm dünyasının yaşadığı krizi kavrayıp çözüm üretmede asıl imkânın İslâmcı çizgide saklı olduğu düşüncesinde ki, bence önemli bir tez bu. Devamında ise Mehmet Akif, Sait Halim Paşa, Said Nursi ve Necip Fazıl gibi ilk bakışta birbirine yakın durmayan çok sayıda ismin ortak özelliğinin İslâm’ı eksen kabul ederek Müslümanları bir bütün olarak dikkate almaları olduğu kanaatini okurlarıyla paylaşıyor. Yazar, zikrettiği isimlerin ardından gelen Sezai Karakoç’un ise bu imkânı Diriliş düşüncesiyle yeniden fakat sanat edebiyatla daha iç içe bir biçimde kavramsallaştırdığını belirtmekle, Türkiye’deki İslâmcılık akımı içerisinde neden edebiyat odaklı yönelimin düşünceye baskın olduğuna dair soruyu da farkında olmaksızın cevaplamış oluyor:
 
“Sanatın, özellikle şiirin dili yumuşatan özelliği yanında hakikati kavrama konusunda getirdiği sezgisel imkân da önemli. Didaktik yaklaşım ne kadar kuvvetli olursa olsun insanlara ulaşmada sınırları olan bir yöntem. Bu nedenle olmalı geçmişteki klasik nitelikteki hemen her tür eserde bir şekilde şiir yer alıyor. Sezai Karakoç’un açtığı yolda, hepsi kendilerini ona nispet etmese de hacimli bir Diriliş Edebiyatı doğdu. Diriliş’in bize öğrettiği yöntem geçmişi aynen kopyalamak değil, bu birikimi kavrayarak aynen üretmek. Süreğenliğin içindeki devinimi yakalayabilmek.”
 
Üç yüz adımlık Yedi İklim’i anlatırken Ali Haydar Haksal da Diriliş’e atıf yapıyor fakat o aynı zamanda Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Yönelişilerüzerinden bir şecere ortaya koyuyor. Yedi İklim’e gelene kadar çıkan ve şecerede adı anılan dergilerin tümünün hurufat dizgili, rotatif baskılı; Yedi İklim ise ofset baskılı olduğunu da hatırlatıyor.
 
Şüphesiz Yedi İklim’in varoluşsal ufkunu belirleyen kavramlara değişik yazarlarca yapılan atıflar ve sözcük seçimleri yukarıdaki şecereden bağımsız ele alınamaz. Derginin kültürel siyasetini irdelerken şecere üzerine mülahazalarla başlamam ilk bakışta tuhaf görünebilir. Ancak kültürel siyaset üzerine tartışmaların çerçevesinin, medeniyetten siyasete kadar şecere meselesiyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Başlangıçlar noktasında sorun olmasa da yakın olanlar konusunda fikir birliği sağlanamamasının sebebini anlamak için, hangi yorumcuların hangi dergilere öncelik tanımış olduğuna, bu farklı dergilerin birbiriyle nasıl bir etkileşime girdiğine- ya da girmediğine- yakından bakmak gerekir.
 
Kültürel bütünlük odaklı şecere, diğer yazılarda da “şişkinlik” yaratırcasına karşımıza çıkıyor ki, söz konusu durum aslında bir yönüyle veraset tartışmalarını da gündeme getiriyor. Elbette bunu sadece bir zan olarak değil, şecere etrafında güçlü duygulanımsal cevapların yorumlarla şartlanıp yapılandırıldığı ve biçimlendirildiği başka değerlendirme yazılarında tezahür eden tutumlardan hareketle söylüyorum. Bahsettiğim yazılarda buradaki Yönelişler yerine Kayıtlar, Yedi İklim yerine Hece dergisinin adının anıldığını söylemekle yetineyim. Bu farklılıklar meşruluk kazanma stratejisiyle alakalıdır. Hangimiz zincirin son halkasıyız, hepimiz ona ait miyiz, merkez kimdir, gibi sorular her zaman çok ciddi mücadeleler çerçevesinde anlam kazanır. Aslında bu gerilimler yakın geçmişin çatlaklarını görece uzak geçmişin uzlaşımsallığını açık eder. Görünürde anlaşılması güç olan bu kültürel konum kaymaları hakkında bilgi edinme arzumuz hatıralar ve mektuplar yayımlanıncaya dek gerçekleşmeyecektir. O yüzden, şecere Türkiye İslâmcılığının sıklıkla muhatap olduğu eleştirilerden birini teşkil eden köksüzlük bahsinde önemli fakat veraset söz konusu olduğunda meselenin çetrefilleştiği çok açık. Bunu özellikle Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil hakkında ilk özel sayı yapma başarısının Yedi İklim’e ait olduğunu vurgulayan satırlarda görmek mümkün. Özel sayı bahsinin ayrıca vurgulanmış olması da göz ardı edilmemeli. Bana kalırsa, bu atıflar üzerinde durulurken başvurulan çerçeveleri biraz da olsa sorgulamalı veya bu kadar sık zikretmemeli. Zira merhum Abdurrahim Karakoç’un dediği üzere “Gölgede duranın gölgesi olmaz!”
 
Daha derli toplu ifade edersek; dergiler arasında ‘kusursuz’ bir şecere kurulamaz. Mevcut şecerelerin nasıl oluştuklarını sormak faydasız değildir. Zira bu şecerelerin kendi içlerinde aşılamayan ve çözülemeyen belirli çatlaklar, husumetler ve süregiden karşılılıklar vardır. Hatta selef konumunda olanların haleflere yahut kendilerini bu konumda görenlere doğrudan/dolaylı çok farklı eleştiriler yönelttikleri de bilinir. Bu noktada yayımlanan dergileri kavramak için ileri sürülen adların bizleri peşinen belirli kültürel tepkilere ve normatif çıkarsamalara yönlendirdiğinin farkında olunmalıdır. Ancak buradan herhangi bir şecere oluşturulmaması ya da çıkarsama yapılmaması gerektiği değil, yapılan çıkarsamaların karşılaştırmalı ve eleştirel nitelikli bir tasvir ve anlama alanını temel alması gerektiği sonucu çıkar.
Ali Haydar Haksal, halkanın sürdürücüsü olan başka dergilerin varlığından söz açıyor ama bunların isimlerini tek tek açıklamıyor. Sonra, Yedi İklim’in bu zinciri oluşturan “toplamın izleğinde olma bilincinde” bir dergi olduğunun altını çizerek birtakım hususlara temas ediyor. Onun dikkat çektiklerinden benim altını çizdiklerim şunlar: “amatör ruh ile deneme ruhunun bütün yazılara yansıyışı”, “Genç yeteneklerin buluşma alanı.” “gençlere öncülükte bulunma düşüncesi” , “Diriliş düşüncesi geleneğindeki oluş ile olma bilinci.” “Büyük medeniyetimizin değerlerini bugünden yarına taşıma”, “Günümüz karmaşasında yol ayartıcı, saptırıcılığından uzak sadece kendi işine ve ruhuna odaklı bir oluş.” “Müslüman’ız sorumluluklarımız var. Hiçbir Müslüman’ın konumu, durumu ne olursa olsun aşağılanması, küçümsenmesi ya da basamak olarak kullanılması hakkını kendimizde görmüyoruz.” Anahatlarıyla Yedi İklim’in yayın çizgisini özetleyen cümleler bunlar. Bana göre de Yedi İklim’i hareketli ve sürekli kılan şey büyük ölçüde gençlerle alakalı. Fakat bu noktada gençlerin diğer bir deyişle bir zamanların gençlerinin Dergâh dergisinin hatırını gözettikleri ölçüde Yedi İklim’in hatırını gözetmediklerini de söylemeliyiz. Yedi İklim söz konusu olduğunda sıklıkla küçümseme pratiğiyle karşılaşıldığını fark etmek veya itiraf etmek zorundayız. Başka bir açıdan her iki derginin 300. sayılarını yayımladıkları dönemde, belli noktalarda kader ortaklıklarından da bahsedilebilir. Zira 1990’ların sonundan itibaren hemen herkesin farklı bir yolu, yordamı oluşmuş diğer taraftan son birkaç yıldır resmî kurum ve sermaye dergilerinin cazibesi artmıştır. Kabul edilmelidir ki, birbirini besleyen bu süreçler söz konusu dergileri büyük ölçüde yalnızlaştırmıştır.
Ali Haydar Haksal, metnin devamında Yedi İklim’in çıkış hazırlıklarından, Marmara Ajans’ta yazarlarla bir araya gelinmesinden bahsediyor. Derginin burada yapılan toplantılarla şekillendiğini hatta Yedi İklim adının Ekâlim-i Seb’a’dan ilhamla İlhan Kutluer tarafından konulduğunu öğreniyoruz burada ve diğer yazılarda anlatılanlardan. Benzer anlatımlar başka yazılarla da paralelleşiyor. Ayrıca hafızalar çatışmasının izini sürmek açısından birtakım veriler de var üç yazıda. Sözgelimi Haksal’ın Cahit Zarifoğlu’nun “Çocuklar siz dergiyi çıkarın ben bakarım altıncı sayıdan itibaren size katılırım” demiş olması Âlim Kahraman’ın ( ve Şakir Kurtulmuş’un) anımsadıklarıyla çelişiyor.
Derginin ilk 34 sayısının mutfağındaki isimlerden Âlim Kahraman ise dergicilik tecrübemizi, kültürel pratiklerimizi anlama girişimi açısından yararlı anılar, aktarımlar ve tespitler sunuyor. Kimseyi kırmak istememenin temkinli halinin belirgin olduğu Mavera’nın son devrinden Yedi İklim’e geçişte yaşananları anlattığı satırlar böyle. Birlikte okuyalım:
“1985-1987 yılları arasında büyük bir âlicenaplıkla, kurucu kadrosu tarafından bana emanet edilmiştiMavera. Bugün çoğu Allah’ın rahmetine kavuşmuş olan o insanların hepsi de hayattaydı o zaman. Ama Cahit Zarifoğlu- bir de şirket idaresini üstlenen Bahri Zengin- dışında diğerlerinin ikameti İstanbul’da değildi. Kendilerini biraz yorgun düşürdüğünü hissettiğim dergi de Cahit Zarifoğlu’yla beraber gelmişti Ankara’dan İstanbul’a. İşte böyle bir vasatta dergiyi benim ellerime teslim ettiler. Yirmi dokuz yaşındayım. İki yıl sere serpe yaşadım editörlüğü. Hazırladığım ilk sayıyı (Mavera’nın 96. Sayısı oluyor) matbaaya vermeden, en yakınımda bulunan Cahit Zarifoğlu’na göstermek istediğimde, o meşhur takılma sözüyle ‘Beyefendi’ demişti, ‘ben dergiyi matbaadan çıktıktan sonra kahvemi içerken okumak istiyorum.” O iki yıl içinde, sonradan Yedi İklim’i çıkaracağımız arkadaşlarla da bir araya geldik zaman zaman. Hatta son çıkardığım sayıda olacak galiba, derginin başına bu arkadaşlardan oluşan bir yayın listesi de koydum.
Fakat şöyle bir şey oluyor. Mavera, benim de içinde palazlandığım, bir döneminden sonra bana teslim edilen bir dergi olmasına rağmen yine de kurucularına aittir. Onlara benzer, onların damasını taşır. Aramızda bir kuşak aralığına yakın yaş farkı – on altı yaş- vardı. İnsan eğer kendini kendisi olarak ifade etme ihtiyacı duyuyorsa, dergisini de kendisi çıkarmak durumunda kalıyor. Mavera’yı çıkaran ağabeylerden hiç biri, biz Yedi İklim’i kurup çıkarmaya başladıktan sonra, bir kırgınlık eseri göstermedi. Aksine bundan heyecan duydular. Cahit Zarifoğlu İstanbul’da hemen yanıbaşımızdaydı. Bir şiirle katılacağım derginize, fakat ikinci sayıda, dedi. Bizim gölgemiz düşmesin yaptığınız işe, diye de ekledi.”
Şakir Kurtulmuş’un yazısı daha ziyade derginin mektep görevini üstlenmiş olmasıyla alakalı. Dergide yazı ve şiirleriyle yer alan isimlerin sayıca fazlalığına değiniliyor bu çerçevede. Onlarca şair ve yazarın bu ocakta yetiştiği, belli bir olgunluğa eriştikten sonra çeşitli sebeplerle yollarını ayırarak başka damarlarda yürüyüşlerini sürdürdükleri hatırlatılıyor. Olgunluk meselesine şerh düşersek büyük ölçüde doğru bu tespitler. Bu isimlerin ya başka dergilerde ya da kendi çıkardıkları dergilerde ürünlerini yayımladıkları görülüyor. Belki edebiyat dergiciliğinde verasetle firakın birlikte düşünülmesi gerekliliğini önümüze koyuyor Kurtulmuş’un yazısı.
Doksanlı Yıllar Süreklilik Umudu
Diğer taraftan çok kapsamlı bir değerlendirme yapmasak da Yedi İklim üzerinden 1990 sonrası dergiciliğimiz üzerine bazı çıkarımlarda bulunulabilir. Dergilerin süreklilik sorununu incelemeye yönelen kişi gayet çetrefil bir sorunla karşı karşıya bulur kendini çünkü bu konuda manzara genel olarak olumsuzdur. Fakat önce Yedi İklim hakkında birkaç hususa değinmek gerekli. Bilindiği üzereYedi İklim ilk sayısını Mart 1987’de, Cahit Zarifoğlu sonrasında Mavera dergisinde işbaşına gelen yeni ekiple anlaşamayan bir grup tarafından çıkarılır. Dolayısıyla Yedi İklim’i doğuran sebeplerin gitgide çoğaldığı günler dikkate alınmadan, doğru bir konumlandırma yapılamaz kanaatindeyim. İlk dönem dergide, Ali Haydar Haksal’ın yanında Osman Bayraktar, Hasan Aycı, Âlim Kahraman, İbrahim Usul, Mustafa Çelik, İlhan Kutluer ve Ali Göçer bulunuyordu. Bu yıllarda dergide görülen isimler derginin zengin içeriğini özetler mahiyettedir. Bu bir bakıma dönemin şartlarıyla da alakalı olsa gerek. Zira dergide yazı ve şiirleri yayımlanan isimler başka dergiler kurulunca hemen o dergilere akın etmişlerdir. İlk dönem 24 sayı çıkan dergi, 1989 Şubat’ında yayınına ara vermiştir. Dergi ikinci dönemine ancak Nisan 1992’de başlayabilmiştir. Artık bu dönemde derginin ilgi ve dikkati devrin siyasî ve sosyal şartlarının da tesiriyle edebiyatın dışında kültürel alanlara da yayılmıştır. Sonraki yıllarda kadro dergisinden ziyade Ali Haydar Haksal’la özdeş hale gelmiştir. Elbette dergide Arif Ay, Necat Çavuş, Kamil Doruk, Hüseyin Atlansoy, Kâmil Eşfak Berki gibi isimler de yazmıştır fakat bu isimlerin varlığı Âlim Kahraman’ın deyimiyle “derginin Ali Haydar Haksal’ı daha yakından izleme” durumunu değiştirmemiştir. Derginin çıkış yazısı veya manifesto yayımlamaması bir yanıyla manifestolar zamanının sonuna gelinmesiyle izah edilebilir. Bununla birlikte derginin sürekli olarak Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat çizgisine vurgu yapmış olması derginin misyonunu ortaya koyar mahiyettedir. Dergide Hasan Aycın’ın çizgileri yanında hat, desen, fotoğraf ve ebru unsurlarının yayımlanması görsellik açısından önemli.
Yedi İklim’in özel sayılarının dosyalardan pek ayırt edilemediğini belirtmek gerekir bu noktada. Şehir özel sayıları yanında, ilk 24 sayıda bulunmayan fakat sonraki sayılarda bulunan başyazıları da onu farklı kılar. Dergide “olgunlaşanların” yanında yetişen gençlerin ilk kitaplarını yayınlayan Yedi İklimverimli ve bereketli bir toprak olarak anılıyor. Bunda ısrarlı çabayla mahalle sıcaklığının payı oldukça fazladır. Tercümelere de yer veren derginin kitap yayınları ve bunların edebiyat camiasındaki etkisinden bahsedilmesi pek mümkün değildir.( Bunun ufak bir örneği olarak derginin 89. Sayfasındaki sitemli paragraf okunabilir.) Belki kitap yayıncılığının ayrıca ve müstakil bir faaliyet olarak ele alınamayışıyla da alakalıdır bu durum. Elbette ilk dönem kitap yayıncılığıyla sonraki kitap yayıncılığı arasında birtakım farklılıkların olduğu da yayımlanan kitaplara bakıldığında fark edilecektir.
Doksanlı yıllara kadar olan dergiler daha ziyade amatör bir ruhla çıkarılmıştır, profesyonellik katsayısı olan dergiler olmakla birlikte bunlar son derece azdır. Bu yıllar zaten profesyonelce işler yapmak için de elverişli değildir. Böyle olmamasına karşın dergilerin ömürleri doksanlarla çoğu zaman aynı olmuştur. Bunu aşan birkaç edebiyat ve düşünce dergisi olmuştur. Yapılacak işler için asgarî sermaye ve ayrı bir kadronun yokluğundan süreklilik bir türlü mümkün olmamıştır. Kaldı ki bu yıllarda dergicilik günümüzün çoğu dergisinin aksine ancak fedakârlıkla mümkün olabiliyordu. Düşünceye imkân tanımayan hukuki ortama, mali veya teknik olarak yetişmiş insan gücü olmayışı gibi birtakım engellerin bulunmasına karşın Büyük Doğu, Hareket, Diriliş belli bir sayıya ulaşabilmiştir. Bu açıdan 1990 sonrasında çıkan siyasî ve edebî içerikli dergilerden birkaçının fasılasız yayın hayatını sürdürmesi “geleceğe umutla bakmak” açısından kayda değer.
Yedi İklim başta olmak üzere bizde süreli yayınların en önemli özelliği yazarlar tarafından çıkarılmış olmasıdır. Yazarlar da kendilerini dergici olarak görenler ve görmeyenler olarak ikiye ayrılır. Bu açıdan mesela on yıl Aylık Dergi’yi, ardından Bu Meydan ve Hüner’i çıkaran Yaşar Kaplan kendisini dergici olarak görmez. Dergi çıkarmayı bir tür zorunluluk olarak telakki eder ve sadece kendi eserleriyle uğraşabilmeyi temenni eder maalesef bu temennisi bir türlü gerçekleşmez. Yazar ve dergi ayrımı olmadığı zaman, başkalarının yazdıklarıyla uğraşmaktan kendi eserleriyle uğraşmaya imkân bulamıyor dergiyi çıkaranlar. Bunun ilk örneği Yaşar Kaplan ikinci örneği Hüseyin Su’dur. Kaplan,Girişim dergisinin 1989 Haziran’ında okurla buluşan 45. sayısındaki söyleşisinde bu hususa dikkat çekmişti. Geçtiğimiz yıl Hece ve Hece Öykü dergileri genel yayın yönetmenliğinden ayrılan Hüseyin Su bu minvalde birkaç cümle sarf etmişti. Yedi İklim dergisinin genel yayın yönetmeni Ali Haydar Haksal ise öteden beri gerek dergide yayımlanan yazılarını gerek öyküleri gerekse de başka yazı çalışmalarını çok gecikmeden kitaplaştırdı. Bu yönüyle Haksal, geçtiğimiz ay 300. sayısını yayımlayanDergâh dergisinin genel yayın yönetmeni Mustafa Kutlu’yu akla getirir. Kutlu’nun yazı ve öyküleri 1970’lerin sonlarında çok farklı dergilerde karşımıza çıkmış fakat 1992 Mart’ından sonra, gazete hariç Dergâh dergisi ve yayınlarıyla anılır olmuştur. Haksal’ın durumu ise özellikle kitaplarının yayımlandığı yayınevleri açısından dağınık bir görüntü sunmaktadır.
 

Son olarak şunları söyleyelim; bir derginin üç yüzüncü sayısına ulaşmış olması başlı başına önemli. Derginin nasıl olması gerektiği, uzun müddet çıkan dergilerin sürekliliğini sağlayan şeyin ne olduğuna dair birtakım görüşler serdedilebilir. Ayrıca kısmen temas ettiğimiz şecere meselesinin hangi şartlarda ortaya çıktığını daha yakından incelemek ve böylece nihayet daha sağlam yargılara varmak için detaylı okumalar yanında dönemi bütünlüklü bir biçimde ele almaya ihtiyacımız var. Elbette bundan evvelYedi İklim’in 1987 Mart’ından 2015 Mart’ına uzanan 28 yıllık döneminin ayrıntılı bir değerlendirmeye tabi tutulması elzemdir. Yargılarımız, eleştirel bir mesafe üretmeye dönük çıkarsamalarımız tepkisel bulunabilir. O yüzden değerlendirmenin son sözü Nurettin Durman’ın Yedi İklim’de yayımlanan şiirinden olsun: “ Bizi de bağışla ama mutlaka bağışla/ Her çiçeğin kendine dair bir güzelliği var biliyorsun.”

 
Asım Öz - Dünya Bülteni

    

Bu haber toplam 3799 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.