KADER SİYASET DEPREM / Köşe Yazısı - Yusuf YAVUZYILMAZ

16.09.2023 13:30:11
Yusuf YAVUZYILMAZ

Yusuf YAVUZYILMAZ

KADER SİYASET DEPREM

 

 


“(Ey insan) sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her fenalık ise kendindendir.” Kur’an (4/79)
Din-Bilim-Allah
Varlık alanında meydana gelen olaylar hakkında, “bu olayın Allah ile bir ilgisi yok”, dediğimiz nokta deizmin eşiğidir. Çünkü deizmin temel tezi, Allah varlığı yarattığı ve ona artık karışamadığı tezidir.
Deprem değerlendirmelerinin çoğu deist bir düşün- cenin ifade biçimi olarak önümüzde duruyor. Bu düşünce biçiminin dindarları da etkilediğine kuşku yok.
Modern bilim anlayışı büyük ölçüde pozitivisttir. Tanrı anlayışı da ateist veya deisttir. Bu anlayış Tanrı’yı varlık alanından uzaklaştırılmadığında bilim yapılamayacağı kanaatindedir. Dolayısıyla hakim görüş, dini inancı olan kişinin bilim adamı olamayacağı yönündedir. Celal Şengör, bu anlayışın bilim dünyasındaki en önemli temsilcilerinden biridir. Kuşkusuz sade- ce o değil, Cumhuriyet dönemi bilim anlayışı önemli ölçüde bu anlayışı temel almaktadır. Bu anlayışı Hüsamettin Arslan son derece iyi analiz etmiştir. “Osmanlı toplumunun Batı’ya açıldığı dönemde Batı’da pozitivizm=bilimdi. Batıya açılmak pozitivizme açılmaktı. Bu noktadan bakıldığında, günümüzde Türkiye’de önce modern sonra pozitivist, önce materyalist veya sosyalist sonra pozitivist, önce İslamcı sonra pozitivist, önce milliyetçi sonra pozitivist olunmaz; tam tersi önce pozitivist sonra ‘modern’, önce pozitivist sonra ‘materyalist’, önce pozitivist sonra ‘milliyetçi, ‘batıcı’ olunur. Çünkü pozitivizm gelenekten kopmanın biricik aracıdır. Tarihsel süreç de göstermektedir ki ülkemizde Batı’ya ilk açılanlar kendi toplumların- dan devraldıkları geleneğe pozitivist bilim ideolojisiyle karşı çıkmışlardır. Pozitivist bilim ideolojisini benimsemek gelenekten kopmanın ön şartıdır.”(1) Türk modernleşmecileri de gelenekten(Önemli ölçü- de dinden)kopmayı, onu olumsuzlamayı bilim üzerinden gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Modern bilim akla yer açabilmek için Tanrı’yı ya Montaigne gibi yeryüzünden sürgü- ne göndermiştir ya da Nietzsche gibi öldürmüştür. Türk modernleşmesinin ana karakteri pozitivizmdir. Din ise gerilerde kalmış arkaik bir kurumdur. Modern Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren din dev- let toplum ilişkilerini bu kapsamda incelemek gerekir. Dolayısıyla Atatürk de dahil Cumhuriyet modernleşmecilerinin zihninde toplumu düzenleyen ilkeler ve kurallar dinden değil bilimden gelir. ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fen dir” ifadesi bu anlayışın en rafine örneğidir.
Pozitivist bilim anlayışı Türk Eğitim sisteminin de temel karakteri olmuştur. “Türk eğitim sistemi Cumhuriyet tarihi boyunca eğitim kurumlarında pozitivist ideolojiye uygun bir insan tipi, bir homo- pozitivismus yetiştirmeyi ideal olarak benimsemişlerdir. “(2) Köy Enstitülerinden yetişenler büyük çoğunlukla bu amaçla yetiştirilmiş birer homo- pozitivismustur. Çünkü kendilerini din karşısına konumlandırmışlardır. Bilim dünyası da istisnalar hariç bu felsefenin egemenliği altındadır.
İslam inancında Allah, varlık ve insan ile sürekli etkileşim halindedir. Çünkü Kur’an’a göre Allah her an yaratır. Dolayısıyla varlık aleminde Allah’tan bağımsız, onun bilgisi dışında hiçbir olay meydana gelemez. Sorun sağlıklı bir Allah-varlık -insan ilişkisi kuramamaktan kaynaklanıyor.
İslam filozoflarından İbn Rüşd, akıl-vahiy, din- felsefe ilişkisine başka bir noktadan bakar. İbn Rüşd’ün deyimiyle insanı, aklı ve varlığı yaratan Allah’tır. Gerçek gerçeğe aykırı olamaz. Her kim varlığın işleyiş kanunlarını araştıran bilim ile vahiy arasında uyumsuzluk görüyorsa, olaya bakışında bir sorun vardır. “Müslümanlar topluluğu olarak bu şeriatın hak olduğunu ve hakkı/gerçeği bilmeye götüren araştırmaya davet ettiğini kesin olarak biliriz. Burhani araştırma şeriatın ortaya koyduğu ters bir sonuca götürmez. Çünkü hak, hakka zıt olamaz; bilakis o, hakka uygundur ve ona şehadet eder.” (3)
Müslümanlar geçmişte bilim yaptılar ve büyük bilim adamı yetiştirdiler. Bunu tekrar yapmaları mümkündür. Ancak hiçbir Müslüman varlığa modern bilimin baktığı gözlükle bakamaz. Çünkü hiçbir şey fenomenlerle sınırlı değildir. Hakikatin fenomenleri aşan bir yönü de vardır.
Dini bilgi de tarihsel süreçte önemli farklılaşmalar yaşandı. Zaman içinde İslam, çeşitli faktörlerin etkisiyle, üstünlüğünü kaybetti. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz en önemli sorun, kader, tevekkül, kaza, rızık gibi kavramların halk arasındaki kullanımlarıyla gerçek anlamları arasında oluşan farklılaşmadır. Halk arasında geçerli olan bu kavramlar, genellikle rivayet kültürünün ve geleneksel anlayışın belirlediği kavramsal çerçevenin etkisinin altında şekillenmektedir.
En önemli görev kavramları başkalaştırıp dönüştü- ren ve Kur’an’ı içeriklerinden uzaklaştıran bu tarihsel tortu ile hesaplaşmaktır. Bu tarihsel tortu mezhepçi, otoriter, içtihat karşıtı, rivayetçi, gelenekçi ve tasavvufi bir arka plana yaslanmaktadır.
Hedefimiz adalet, liyakat, dürüstlük, hukuk devleti ve denetime açık çoğulcu yönetim arayışı olmalıdır. Her olayda, bu gerçek reddedilemez bir biçimde kendini göstermektedir. Karşılaşılan her olayda sorumluluğu üstlenecek birey ve kurumların olmaması son derece vahimdir. Sanki kimsenin sorumlu olmadığı olaylar yaşıyoruz. Bu noktada yardımımıza kader, takdiri ilahi ve tevekkül gibi semantik müdahale ile aslından uzaklaştırılıp dönüştürülen kavramlar gelmektedir. Sorumluluğu insanın dışına transfer ettiğimizde, sorumluluğu üzerine alacak ve yargılanacak kişi ve kurum da kalmıyor.
Kader Anlayışı ve Siyaset
Kuşku yok kader konusunda en büyük sorun, Allah’ın bilgisi ile insanın eylemi hakkında kurulan zorunluluk ilişkisidir. Kuşku yok ki Allah her şeyi bilmektedir. Öte yandan insan yaptıklarından sorumludur. Buradaki kritik soru şu: İnsanın eyleminin bilgisi önceden belli ve biliniyor ise, özgürlük nasıl temellendirilecek?
Bu konuda yaptığım okumalardan çıkardığım sonuç şu: “Kul bir eylemin eşiğine geldiğinde önünde bulunan bütün seçenekleri Allah bilmektedir. Onun bilgisi dışında bir eylemde bulunamaz. Ancak Allah’ın bilgisi dahilinde olan mümkün seçeneklerden birini seçme insanın iradesindedir. Hangisini seçerse seçsin bu Allah’ın ilmi dışında değildir. “Allah’ın her şeyi bilmesi ile kulun hangi eylemi seçeceği arasında zorunluluk yoktur.
İnsan senaryosu önceden yazılan bir oyunu oynatan tiyatro aktörü değildir. Hz. Adem kıssasının da gösterdiği gibi İnsan, ilahi olanı bile inkar etme potansiyeline sahip olarak yaratılmıştır. Bu potansiyel sonucunda insanlar yaptıklarından sorumlu tutula- bilirler.
Ahlak felsefesi açısından baktığımızda özgürlük ve sorumluluk arasında tartışılmaz bir bağlantı vardır. İnsanın özgürlüğü yoksa sorumluluğu da yoktur. Çünkü sorumluluğun ön koşulu özgürce eylemde bulunmaktır. Özgürlük, insanın kendi iradesiyle eylemde bulunması, sorumluluk ise eylemlerinin sonuçlarına katlanmasıdır.
İnsan eylemlerini, önceden yazılmış bir kaderin ürünü olarak tanımlayan ve halk arasında bir hayli yaygın olan, geleneksel Kader teorisi üzerine fıkıh(hukuk) inşa edilemez. Çünkü fıkıh (hukuk) kişinin eylemlerinden sorumlu olduğu ilkesi üzerine kuruludur.
Tarih boyunca sorumluluktan kaçınmak isteyen her birey kader anlayışına sığınmıştır. Ünlü Stoacı düşü- nür Zenon ile bir köle arasındaki konuşma da buna örnektir. “Hırsızlık yapan bir kölesini cezalandırmak amacıyla kırbaçladığında, köle, Zenon’a “Ama hırsızlık benim alın yazım” diyerek itiraz eder. Zenon’un buna cevabı şu olur: “ Kırbaçlanman da öyle!”(4)
Deprem ve doğal afetler gibi olayların ortaya çıkmasından insan sorumlu tutulamaz kuşkusuz. İnsanın sorumluluğu, bu afetlerin olası sonuçları hakkında gerekli tedbirleri alıp almamasıyla ilgilidir.
Bu noktada Allah’ın iradesi ve bilgisi ile insanın eylemlerindeki seçme özgürlüğü arasında sağlıklı bir denge kurulmalıdır. Allah’ın iradesi ve bilgisini sınırlandırarak insan özgürlüğüne alan açmak çabası da, insan eylemlerini mutlak iradenin dışına taşıma çabası da sağlıklı bakış değildir. Çünkü Allah’ın mutlak iradesi ile insanın özgürlüğü birbirine karşıt alanlar değildir.
İnsanın eylemlerinin önceden belirlendiği şeklinde temellendirilen bir kader anlayışı özellikle siyaset alanında oldukça işlevseldir. Hilafeti bilinen yöntemlerle ele alan Muaviye, bu sonucu Allah’ın kaderi olarak açıklıyordu. Bu durumda amacı, kendine dönük muhalefeti ortadan kaldırmaktır. O adeta kendine muhalefet edenlere şöyle diyordu: “Siz Allah’ın kaderine mi karşı çıkıyorsunuz?”
Hukuk dışı yollarla iktidara gelen ve siyasal icraatlarını baskı ve otoriter yöntemlerle sürdürmek isteyenler, sürekli olarak eylemlerini Allah’a nispet ederek sorumluluktan kaçma eğilimindedirler. Bu siyasal tutum iktidarın uygulamalarını eleştiri ve tartışma alanının dışına taşımakla kalmamakta, aynı zamanda muhalifleri Allah’ın kaderine karşı gelmekle suçla- maktadır.
Öte yandan iktidar sahiplerinin kendi eylemlerini Allah’a nispet etmeleri, Allah’ın iradesinin kendi eylemleriyle gerçekleştiğini iddia etmeleri anlamına gelir. Bu anlayış yöneticileri Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri haline getirir ki, son derece sakıncalı bir anlayıştır bu. Yöneticilerin yaptığı haksız uygulamaların Allah’ın iradesi ve onayıyla yapıldığını savunmak adaletsizliği onaylayan bir Allah anlayışını yaygınlaştırır. İktidar sahiplerinin dine yapacağı en büyük kötülük yaptıklarını alın yazısı ve kader üzerinden Allah’a nispet etmeleridir. Kuşku yok ki, bu durumda tepki dine yönelir ki, deizmin yaygınlaşmasını sağlayan nedenlerden biri de budur.
Kader konusunu tartışırken insanlar iki yöne savruluyorlar. Ya insan özgürlüğünü yok ediyorlar, ya da Allah’ın iradesini sınırlıyorlar. Allah’ın mutlak iradesini sınırlandırmadan, insanın özgürlüğünü savunmak gerekir. Çünkü Allah insana kendine karşı çıkma, itiraz etme özgürlüğünü tanımıştır. “İnsan yaptıklarından sorumludur” ilkesi ahlaki olarak “in- sanın özgür olduğunu ve davranışlarının önceden belirlenmediğini kabul etmek demektir.” Çünkü özgürlüğün olmadığı yerde sorumluluktan söz edile mez.
Kader konusunda asıl sorun, insanın özgürlük alanı içindeki eylemlerini Allah’a nispet ederek açıklama çabasıdır. Bu tutum siyasal, kültürel, sosyal hayatımızda tümüyle baskın bir anlayıştır. Kelami anlamda insan eylemlerinden kendisinin sorumlu olduğuna dair bir bakışı egemen kılmamız gerekmektedir.
Kader ve Allah’ın ilmi meselesi, tarihsel süreç içinde o kadar yanlış yorumlanmıştır ki, bu yorumlar neredeyse insanın özgür iradesini kısmen veya tamamen ortadan kaldıran bir noktaya varmıştır. Bu yanlış yorumlama sadece temel metinlerin yanlış ve eksik değerlendirmelerinden değil; aynı zamanda özellikle siyasal iktidarların kendi meşruiyetlerini temellendirecek bir yaklaşım tarzın- dan beslenmiştir. Kur’an’da genel anlamda ölçü anla- mına gelen kader kelimesi, özellikle Emeviler’den sonra, yapılan etimolojik müdahalelerle, insan özgürlüğünü yok edecek şekilde yorumlanmaya başlamıştır. Kader tartışmalarını tarih boyunca ve bugün aktüel kılan temel soru şudur: Yöneticiler yaptıklarından sorumlu tutulacak mı? Hiç şüphe yok ki, Muaviye, kendine yönelik muhalefeti etkisizleştirmek için, kendisinin başa gelmesinin Allah’ın bir kaderi olduğunu savunmuştu. Bu durumda onu suçlayan bütün özgürlük yanlılarını Allah’ın kaderine karşı gelmekle suçluyordu.
Bizim kader anlayışımız büyük ölçüde Emeviler döneminde şekillenen anlayıştan beslenir. Ancak teorik anlamda sahip olduğumuz bu kader anlayışını gün- delik hayatımızda büyük ölçüde terk ederiz. İnsanın yazgısının önceden belirlendiğini, kaderinde ne yazılmışsa başına onun geldiğine inanan bizler; evimize giren hırsızı yakaladığımızda, arabamıza çarpan birini gördüğümüzde ona ne yapalım kardeşim senin kaderinde bu yazılmış istesen de başka türlü yapamazdın demeyiz. Yaptığı eylemden sorumlu tutar ve sorumluluğundan doğan yükümlülüklerini yerine getirmesini bekleriz. Bu tutarsızlığı açıkça yaşamamıza karşın, bir türlü geleneksel anlayışın etkisinden kurtulup, özgürlükçü bir yoruma ulaşamıyoruz. Şüphesiz bunda geleneksel din anlayışının engelleyici rolünü görmek gerekir.
Hangi temelden hareket edersek edelim, Kur’an’ın hiçbir ayetini insan özgürlüğünü yok edecek şekil- de yorumlayamayız. Allah, yüce Kitabında insana sürekli olarak yaptıklarından sorumlu olduğunu, kıyamet günü herkesin hesap vereceğini ve yargılan- maktan kimsenin kaçamayacağını bildiriyor. Saltanat yönetimleri ise sürekli olarak insanın önceden belirlenmiş bir kaderi yaşadığını, başına ne gelirse gelsin itiraz etmemesi ve sabretmesi gerektiğini söyleyerek tarihte edilgin bir konuma itmiştir. Böyle- ce kendi sorumluluklarından doğan günahlarının bedelini Allah’a çıkarmaktan çekinmemişlerdir. Bu anlayıştaki temel faktör, yöneticileri sorumsuz kılarak rahatlatmak, muhalefeti ortadan kaldırmak ve kendilerine karşı ortaya çıkabilecek her tür eleştiriyi engellemektir.
Tarih boyunca insanları yaptıklarından sorumlu tutmak gerektiği anlayışına sahip olan alimler, Kur’an’ın temel mantığına uygun olarak, sürekli insan özgürlüğüne vurgu yapmışlardır.
İslam tarihine baktığımızda model alacağımız en önemli alimler Hasan Basri ve Ebu Hanife’dir. Ebu Hanife’nin özellikle Emeviler döneminde yaptığı muhalefet ve savunduğu anlayış son derece önemlidir. Benzer şekilde Hasan Basri’nin kader hakkında Halife Abdülmelik b. Mervan’a yazdığı mektubu da önemli bilgiler içermektedir. Abdülmelik b. Mervan’ın kader konusunda sorduğu soruya, Hasan Basri’nin verdiği cevap bir özgürlük manifestosudur. Ha- san Basri, Hz. Muhammed’in yönetim anlayışını ters çevirerek saltanat rejimi kuran Muaviye’nin yaptık- larını Allah’ın kaderiyle açıklamaya çalışanları, “Allah düşmanları yalan söylemektedir” şeklinde sert bir şe kilde eleştirmiştir. Kader konusundaki tartışmaların kaynağı, Allah’ın hükmünün ve kazasının ne anlama geldiğinin bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. “Yapılan icraatların Allah’ın bilgisi dahilinde olduğu dolayısıyla yanlış ve zulüm olarak nitelendirilmeme- si gerektiği fikri, bu tespitten çıkmaktadır, oysa Hasan el-Basri’ye göre, eziyet ve zulüm Allah tarafından ezelde irade ve takdir edilmez ki, zamanı-mekanı gelince irade ve takdir edilen şeyin üzerine kazası olsun. Dolayısıyla Allah’tan zulüm ve kötülük sadır olamaz. O, yalnızca iyiliği, adaleti, akrabalara yardım etmeyi emreder, fuhuş, fenalık ve azgınlığı yasaklar.”(5) Hasan Basri, insanların kendi yaptıklarından sorumlu olduklarını açık bir dille ifade etmektedir. “‘Allah bize doğru yolu gösterir’ ve ‘dilediğimizi yapa- bileceğimizi’ belirtir. Bu husus çok önemlidir, küfür, zulüm gibi kötülükler Allah’ın kazası olsaydı, ‘üzerinize takdir ettiklerimi işleyin’ derdi. Böyle olsaydı, yönetimin yaptıkları zulüm ve adaletsizliklere isyan etmeninde bir anlamı kalmazdı. Oysa Allah, hayasızlığı asla emretmeyeceğini belirtmesine rağmen insanların bazıları nasıl olur da, bunu Allah’a isnat etmektedirler.”(6)
Hasan Basri, kader konusunda halifeye yazdığı risalede şu ilginç bilgilere de yer vermektedir. “Ey Emi- rel Müminin! Bil ki, Allah’ın emir kitap ve adaletine muhalefet edenler dinlerinde çok ifrata girmiş olanlar ve cehaletlerinden dolayı her şeyi kadere yüklemiş olanlardır. Dünya işinde ise, bununla yetinmeyip bu gibi işlerde azimli ve tedbirli davranırlar. Bu hakikatin ağır, batılın hafif olmasından ileri gelmektedir. Onlardan birine, dine ait bir emir verecek olsan ‘Kalemler kurumuş ( iş işten geçmiştir) ve alınlara bahtiyar veya bedbaht yazılmıştır’ cevabını verir.
Birisine ‘dünya yolunda nefsini yorma, sıcak ve soğukta kendini işe koşma ve canını yolculukta tehlikelere atma, nasıl olsa rızkın hazırlanmıştır’ desen kabul etmez. Yine ‘koyunlarının başına çoban bırakma, kurtların yiyeceği ve hırsızların çalacakları, ölecek ve kaybolacak olanlar takdir edilmiştir, sen onları korumaya muktedir olamazsın; Allah’ın muhafaza edilmesini takdir ettiği hiçbir şey zayi olmaz’ desen kabul etmez. Yine, ‘atını ve deveni kaçacak diye iple bağlama, ne takdir edilmişse o olur, bağla- san da bir bağlamasan da’ desen kabul etmez. Yine, ‘sakın dükkanının ve evinin kapısını- malının ve eş- yanın kaybolmasından korkarak- kapama, zira senin kapaman, Allah’ın takdirini değiştirmez’ desen bunu da kabul etmez. Dünyaya ait herhangi bir işinde, bütün ihtiyat tedbirlerini alarak sağlamlaştırmaksızın hareket etmez.”(7) Hasan Basri’nin örnekleri kader konusunda Müslümanların zihnindeki ikircikli yapıya işaret etmektedir. Bu ikircikli anlayışın izlerini bugün de sürmek mümkündür.
Ebu Hanife, ilmi kariyerini sarsacak, adaletten sapma gösterecek hiçbir davranışın içinde bulunmamıştır. Yaşantısıyla bir ilim adamının nasıl davranması gerektiği konusunda sonraki kuşaklara ölümsüz bir miras bırakmıştır. “Ebu Hanife, ilmiyle amil olan bir düşünür olarak, bu uygunsuzluğu bozacak hiç- bir davranış içinde bulunmamış; baş kadılık gibi çok önemli görevleri kabul etmediği gibi, basit ve sıradan bir görevin bile yönetimin haksızlıklarına meşruiyet sağlayacağı endişesiyle işkence ve hapis cezalarını göze almıştır.” (8) Ayrıca O, ilmin onurunu korumak için hiçbir devlet yöneticisinden hediye kabul etmemiştir. Yaşadığı dönemde verilen fetvalardan hukuka aykırı olanları asla onaylamayarak, bağımsız kimliğini korumayı bilmiştir. Hasan Basri ve Ebu Hanife’nin temsil ettiği geleneğin yeniden dirilmesi, ümmetin kaderine sahip çıkmasıyla mümkündür.
Artık halkın rızasına dayanmayan, kendi halkına yabancılaşmış, en temel hak ve hürriyetleri halkından esirgeyen, kendi gelecekleri için Batılı müttefiklerine her türlü tavizi veren yöneticilerin işi her zamankin- den daha zor. Muaviye’den beri sanki insanlık siyaset alanında hiçbir kazanım elde etmemiş gibi, babadan oğula aktarılan saltanat rejimlerinde ısrar eden gerici Arap rejimlerinin insanlığa vereceği herhangi bir pozitif katkı yoktur. Özellikle Mısır’ın durumu trajik bir gerçekliğe işaret ediyor. Nil’in kenarında halkının dertlerinden uzakta yaşayan Batılılaşmış elit hariç; 2 milyona yakın insan fareler gibi, açlık ve sefalet için- de mezarlıklarda sabahlıyor. Gelir dağılımında müthiş bir adaletsizlik var. Bir ülke bu kadar haksızlığa, bu kadar eşitsizliğe, bu kadar zulme daha ne kadar katlanabilir.
Cabiri’nin de sık sık işaret ettiği gibi; İslam dünyası Sünni-saltanatçı-hilafet modeline ve Şii imamet mitolojisine mahkum değildir. İslam dünyasının en temel ödevi, İslam’ın temel öğretisine uygun, hak ve özgürlükleri en geniş bir biçimde sağlayan, yeni bir devlet modeli ve siyaset teorisi oluşturmaktır. Bu girişimde yol almak isteyenler için, İslam tarihinde yol gösterici zengin bir tarihsel tecrübe mevcuttur. Adil bir yönetim oluşturmanın izini sürerken, bize ışık tutacak temel bilgiler; Muaviye’nin ve Yezid’in başını çektiği saltanat modelinde değil, Hasan Basri ve Ebu Hanife gibi özgürlükçü imamların miraslarında aranmalıdır.
Deprem, Kader ve İman –Eylem İlişkisi
Deprem gibi yıkıcı felaketlerde iki tepki önümüze çıkıyor. İlki önceden yazılmış bir kaderin, özgürlüğü elinden alınmış insan üzerinde gerçekleşen bir sonuç olarak algılayan teslimiyetçi yaklaşım. İkincisi de yine insanın edilgin bir konuma indirgeyen ve kadere isyan biçiminde ortaya çıkan yaklaşım.
Öyle görülüyor ki, bu iki yaklaşımın kader anlayışı aynı olmakla beraber sonuçları değerlendirme bakımından farklılaşıyor. Birinde ezeli yazgı karşısında teslimiyet, ikincisinde isyan olarak ortaya çıkıyor. Bu iki anlayışın ortak yönü, insanın başına gelecekleri önceden belirlendiği, yazıldığı ve kalemin kırıldığı şeklinde özetlenebilir.
Kader konusunun bugün kullandığımız anlamda kullanılmasının kökeni büyük ölçüde siyasidir. Kader konusunun bu kadar gündeme gelmesindeki anahtar soru şudur: Yöneticiler yaptıklarından sorumlu tutulacak mı? Yöneticilerin eylemleri önceden yazılmış mıdır? Siyasal eylemin sorumlusu iktidar sahipleri mi yoksa ezelde bunu yazan Tanrı mıdır?
Kuran’da kader kavramı önceden belirleme anlamında değil, ölçü anlamında kullanılır. Bu anlamda kader Allah’ın koyduğu tabiat yasalarına yani Sünnetullah kavramına işaret eder. İnsanın eylemlerinde bu kurallara uygun davranıp davranmaması kendi özgürlük alanı içindedir. Bu sorumluluğunun olduğunu gerektirir. Sorumluluk tercih edilen eylemin sonuçlarına katlanmak demektir. İnsanın seçtiği eylemlerin sonuçlarından yargılanması ilkesinin temeli budur.
Oysa insan diğer varlıklardan farklı yaratılmıştır. İn- sana irade ve akıl verilmiş olması onu diğer varlıklardan ayırıyor. Kader konusunu değerlendirirken bu iki özelliği ıskalamamak gerekir.
Kader konusunda insan ve Allah’ı karşı karşıya getir- me endişesi sorunu daha da karmaşık hale getiriyor. İnsan özgürlüğünü savunmak, Allah’ın iradesini kısıtlamak eleştirisine yol açıyor.
Sünni teolojinin en büyük sorunlarından biri de iman ile amel( eylem) ayırımıdır. Kuşkusuz başlangıçta Cemel, Sıffin, Kerbela olayına karışanların durumu ancak böyle açıklanabilirdi. Bu çıkış, çıkması muhtemel fitneyi önlemek için önlem olarak düşünüldü. Bu çatışmalara katılanların önemli bir bölümünün sahabe olması haklarında verilecek hüküm konusunda Müslümanları zorluyordu.
Öte yandan İman amel(eylem) ayırımı zamanla eylemin muhtemel sonuçlarından oluşan sorumluluktan insanları kurtardı. Çünkü insan ne kadar kötülük yaparsa yapsın, bu anlayışa göre, imanına etki etmiyordu. Bu mantıkla bir siyasetçi, bir müteahhit, bir bürokrat ne kadar çok üç kağıtçılık ve zulüm yaparsa yapsın, imanını ve ahlakını etkileme- si mümkün değildi. Aynı şekilde bu ayırım siyasetçi, bürokrat, din alimi gibi kişilerin bütün kötülüklerini örten bir işlev gördü. Dindar ne kadar ahlaksızlık ya- parsa yapsın, eylemlerinin inancını etkilemiyor oluşu, inanç ve eylemi giderek birbirinden uzaklaştırdı. Sonuçta ortaya namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerini yapan ancak yalan söylemekten çekinmeyen, borcu- nu zamanında ödemeyen, toplumsal sorumluluklarına dikkat etmeyen bir dindar tipi çıkardı. Yaşanan süreç dini araçsallaştırma ile sonuçlandı. Çünkü iman ile eylem arasındaki tezat kişinin imanına hiç- bir zarar vermiyordu. Eylem ve öğreti birbirinden ayrı ve ilişkisiz olarak tanımlanınca ahlaki tutarlılık bir olumlu değer olmaktan çıktı. Zihinlerinde dine bağlılık olan insanlar, gündelik hayatlarında bambaşka bir hayat yaşamaya başladılar. Sonuçta hayatların- da ahlaki ilkeleri önemsemeyen insanlar ortaya çıktı.
Öyle görülüyor ki kader konusu bir taraftan insan özgürlüğü, öte yandan sorumluluğu ile doğrudan bağlantılıdır. Çünkü özgürlük ile sorumluluk arasında kaçınılmaz bir bağlantı vardır. Özgürlük yoksa sorumluluktan söz edemeyiz.
1- H. Arslan, Epistemik Cemaat, Paradigma Yayınları, s: XXXII-XXXIII
2- H. Arslan, Epistemik Cemaat, Paradigma yayınları, s: XXXIII.
3- İbn Rüşd, Faslu’l Makal, ,Metin ve Tercüme: Mevlüt Uyanık- Aygün Akyol, s: 28, Elis yayınları.
4- Bayan Ali Çetinkaya, Felsefe Tarihi, Nobel yayıncılık, s: 195
5- İslam Siyaset Felsefesinde Sivil İtaatsizlik, Mevlüt Uyanık, Kaknüs yayınları
6- İslam Siyaset Felsefesinde Sivil İtaatsizlik, Mevlüt Uyanık, Kaknüs yayınları
7- İslam Siyaset Felsefesinde Sivil İtaatsizlik, Mevlüt Uyanık, Kaknüs yayınları
8- Sivil İtaatsizlik Eylemleri ve Dini Değerler, Mev lüt Uyanık, Elis yayınları
 

Bu yazı toplam 690 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.