ATASOY MÜFTÜOĞLU İLE RÖPORTAJ

11.03.2015 20:33:04
ATASOY MÜFTÜOĞLU İLE RÖPORTAJ

 Atasoy Müftüoğlu ile Röportaj...

Mehmet Akif’in İslam’ın sorunlarına bakışta gelmiş olduğu noktaya, bu günün düşünce hayatı, fikir hayatı, şiir hayatı ve sanat hayatı daha gelebilmiş değildir.
İslamcılık ve İslamcılığın Son yüzyılda İzlediği Süreç, Ortadoğu,Tekfirci Akımlar ve Etkileri üzerine Rast haber ,Üstad Atasoy Müftüoğlu ile bir röportaj gerçekleştirmiş.Sizler için yayınlıyoruz. 
 
S. Çelik: Bismillahirrahmanirrahim.
 
Öncelikle kıymetli vaktinizi ayırarak bu söyleşiyi yapma fırsatı verdiğiniz için size, Rasthaber ve takipçileri adına teşekkür ederim.
Son dönemde ortaya çıkan bir takım yeni bir takım kavramlar var. Bu kavramlar üzerinden İslam tanımlanmaya çalışılıyor. Muhafazakar İslam, radikal İslam, ılımlı İslam, yani sinir ve tepkimelerinden arınmış siyasi söylemleri olmayan, Rahmetli İmam Humeyni’nin tabiri ile Amerikancı İslam. İslamcılığın gerçekten bu kadar çeşidi olabilir mi, İslamcılık nedir?
 
 
A. Müftüoğlu: İslamcılığın bu kadar çeşidi olamaz. İslam bir bütünlüğü temsil etmekle başlar. Bir bütünlüğü temsil etmek, bir bütünlük bilincini yansıtmak, bir bütünlük tasavvuruna öncülük etmek ve bir bütünlüğü bu günün dünyasının dikkatine kazandırmak, bütün adına konuşmakla başlar. Bir parçadan yola çıkarak İslam’ı tanımlayamayız. Hiçbir parçanın İslam’ı tanımlamak gibi ayrıcalığı ve imtiyazı olamaz. Bu şu anlama gelmez, İslam tek bir örnekleştirilmiş, tekdüze edilmiş, basmakalıplaştırılmış bir bütün değildir. Kuşkusuz İslam kimi farklılıklar içerebilir, yani kültürel farklılılar olabilir, dil ve renk farklılıkları olabilir. Ancak bu farklılıkları da kuşatan şey, özellikle İslam medeniyeti bu farklılıkları kuşatan şeyin adıdır. Bir medeniyet perspektifi içerisinden bakıldığında bu farklılıklar bir sorun olmaktan çıkar. Farklılıkları sorun haline getirmemiz medeniyetten uzaklaştığımızın bir göstergesidir. Medeniyetten uzaklaştığımızda farklılıklar sorun olur. Daha doğrusu bu sorun kültürsüzleşme ve medeniyetten uzaklaşmakla başlar. Kültürsüzlük aynı zamanda bir bağnazlığın, ön yargıların da ifadesidir. Dolayısı ile bu kadar fazla kategorinin ortaya çıkması demek, bunların koşullara göre ortaya çıkmış olması anlamına gelir. Koşullara göre ve koşullar için ve aynı zamanda koşullarla hizmet etmek üzere bunların icat edildiğini gösterir. Fakat İslam, İslami bütün, hiçbir zaman koşullara boyun eğmez, koşulları değiştirmek, koşulları kontrol etmek, koşullara müdahale etmek için vardır. Dolayısıyla o bütünlük bilincini temsil ediyor olsaydık, ne olmayacaktı, bu kadar farklı parçalar olmayacaktı. Ya da İslam dünyasının bütününü etkileyen bir bilimsel kadro, hikemli bir kadro, politik bir kadro olmuş olsaydı, yani İslami bütüne hizmet etmeyi şiar edinen bir kadro olmuş olsaydı, hiç kimse böylesi parçaları icat etmeye cesaret edemeyecekti. Yani bu parçaların icat edilmesi, bir anlamda İslam dünyası tablosunun çok ciddi bir takım patolojik sorunlarla malül olduğu anlamına gelir. Çünkü eğer kültürel bir yetkinlik, medeni bir yetkinlik olsaydı, bu parçalanmışlığa itiraz edilmiş olunacaktı.
S. Çelik: 1900 yılların başlarında İslam coğrafyasının, Batı ve Batı tarzı düşüncenin güçlü bir şekilde saldırı ve etkilerine maruz kaldığını görmekteyiz. Muhammed İkbal, Cemaleddin Afgani ve Türkiye’de Mehmed Akif gibi mütefekkir ve aydınlar bunun karşısında İslami düşünce ve medeniyeti inşa ve tecdid adına mücadele verdiler. Sizin de bu konudaki hassasiyetinizi, düşünce ve fikir ürettiğinizi biliyoruz. Siyasetten, sanata, her alanda, düşünce ve fikir planında, İslami Medeniyet inşası noktasında şu anki gelmiş olduğumuz noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
 
A. Müftüoğlu: Şu anki gelmiş olduğumuz nokta, kelimenin gerçek anlamıyla utanç verici noktadır. Bulunduğumuz noktanın İslami herhangi bir dille açıklanması mümkün değildir. Yani nasların diliyle, Kitab-ı Kerim’in diliyle, Sünnet-i Rasulullah’ın diliyle bu içinde bulunduğumuz durumun açıklanması, mazur görülmesi, gerekçelendirilmesi, savunulması asla ve kata mümkün değildir. Bu durum anormal bir durumdur. Fakat biz içinde bulunduğumuz patolojik sorunlar nedeni ile bu anormal durumu normalleştiren garip bir topluluğa dönüşmüş bulunuyoruz. Anormallikleri normalleştiriyor, uzlaşıyor, anormalliklerle barışıyoruz. Anormallikleri mazur görüyoruz. Tüm bunların nedeni üzerinde sağlıklı bir değerlendirme yapmak için bizim bütüncül bir tarih felsefesi perspektifine ihtiyacımız var. Ama biz bugün İslam tarihinin bütününe de gereği gibi nüfuz edebilmiş değiliz. Çünkü İslam tarihini, Arap’ların tarihi, Fars’ların tarihi, Türk’lerin tarihi Kürt’lerin tarihi gibi, parçalara bölerek anlayan bir gelenek var. Önce bu geleneğin aşılması iktiza ediyor. İslami bütünün tarihi, yani bir tarih felsefesi perspektifine ihtiyacımız var. Düşünce tarihi perspektifine ihtiyacımız var. Şimdi 19. Yüzyıl Seyyid Cemaleddin, M. İkbal, M. Akif kendi dönemlerinin vicdanı ve bilinci olmak adına önemli şeyler söylediler. Fakat onlar sürece, topluma müdahale edebilecek, ölçüde bir fikrin, toplumsallaşmasını ve siyasallaşmasını sağlayamadılar. Örneğin, Türkiye’den hareket edecek olursak bugün düşünsel anlamda, Mehmet Akif hala aşılabilmiş değildir. Aşılabilmeliydi, aşılabilirdi ama aşılabilmiş değildir. Mehmet Akif’in İslam’ın sorunlarına bakışta gelmiş olduğu noktaya, bu günün düşünce hayatı, fikir hayatı, şiir hayatı ve sanat hayatı daha gelebilmiş değildir. Çünkü bugün düşünce hayatı, kültür hayatı, sanat hayatı suya sabuna dokunmuyor. Tarihe tanıklık etmiyor, tarihsel sorumluluklar almıyor. Mehmet Akif geleneğin tiranlığına karşı ne yapmıştı? meydan okuyan bir dil gerçekleştirmişti. Muhammed İkbal, keza, kaçın bu Müslümanlardan sığının İslam’a, çağrısını yapmıştı. Seyyid Cemaleddin Batı sömürgeciliğini sarsan bir dil gerçekleştirmişti, fakat bu dil sadece politik boyutla sınırlı bir dil olduğu için, gereği kadar ne yapmadı, yankısını bulmadı. Sorun şudur, kolonyalistler İslam dünyasını sömürgeleştirmeden önce toplumlarımızın zihinlerini sömürgeleştirdiler. Bu zihnin isyan üretmesini, eleştiri üretmesini, bu zihnin sorgulama üretmesine engel oldular. Onlar, kolonyalistler, sömürgeleştirdikleri toplumların tarihlerini onlar adına kendi çıkarları doğrultusunda yazdılar ve onların bu tarihe inanmasını sağladılar. Dolayısı ile İslam dünyası toplumlarının önceliği her şeyden önce zihinsel sömürüye karşı mücadele vermeleri gerekiyor idi. Fakat biz, bu zihinsel sömürgeye maruz kaldığımız için hiçbir zaman kendi önceliğimizi belirleme liyakatine sahip olamadık. Hep ayrıntıları konuştuk. İslam dünyası toplumları, son birkaç yüzyıldır Batının aydınlanma mutlakiyetçiliğinin baskısı, terörü şiddeti altında geçirdiler ve hala geçirmeye devam ediyorlar. İslam dünyası toplumları şu anda ontolojik ve epistemolojik bir emperyalizme maruz kaldıkları halde bunun farkına varmayacak ölçüde zihinsel bir malüliyet ile karşı karşıyadır.
Şimdi aydınlama mutlakiyetçiliğine ve modern burjuva uygarlığının, modern burjuva kültürünün tahakküm üreten diline karşı, modern zamanlardaki ilk büyük meydan okuma İran’da İslam devrimi ile gerçekleşti. Şunu herkesin hatırlaması gerekmektedir ki burası çok önemlidir. Bütün kültürlerin şunu dikkate alması gerekir, modern dünya yani aydınlanma mutlakiyetçiliğinin, diktatörlüğünü ilan ederek, kendi kavram ve kurumlarını bütün dünyaya sömürgecilik yoluyla dayattığı, bütün dünyaya bu kavramları dokunulmaz olduğunu ilan ederek evrenselleştirdiği bir dönemde, yani bütün dünyanın zihinsel anlamda hizaya getirildiği bir dönemde İran’da İslam devrimi ortaya çıktı. Bu İslam’ın tarihte ikinci kez ortaya çıkışı anlamına geliyor idi. Yani bu meydan okumayı Avrupa merkezci hayat tarzı böyle bir şey beklemiyordu. Dolayısıyla bununla ilgili derin bir sarsıntı yaşadı ve yaşamaya hala devam ediyor.
 
 
S. Çelik: Onlar İslam devrimini Batı ve Batı tarzı yaşama bir meydan okuma olarak mı gördüler, o yüzden mi böylesine şiddetli bir tepki verdiler?
 
 
A. Müftüoğlu: Gayet tabi, bu hiç beklenmiyordu. Şöyle söyleyelim bu tartışmasız böyledir. Her iki Batı, Avrupa ve Amerika modern tarihte yalnızca İslam devriminden şiddetli rahatsızlık duymuşlardır. Onları rahatsız eden bir başka olay yoktur. Çünkü İran’da yapısal bir değişim olmuştur. İran’da tarihin son beş yüz yılının görmediği yeni bir şey olmuştur. Yani bu meydan okuma yeni bir değer sisteminin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir politik sistemin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması demektir. Yeni bir hayat tarzının ortaya çıkması demektir. Halbuki Batılılar İran’da devrim gerçekleştiği dönemde tarihin sonunu konuşuyor idiler. Tarihin sonunu konuşmak demek neoliberal, kapitalist, demokratik dünya görüşünün nihai zaferi anlamına geliyordu. İslam devrimi gerçekleşince onlar tarihin sonuna gelinmediğini dehşetle düşündüler ve artık bu defa yeni bir devrim olmaması için ne yapılması konusunda çok yoğun çalışmalar yaptılar. Ve sonunda çözümü de buldular. Yeni bir devrim olmaması için yapılması iktiza eden şey, dünya Müslümanlarını devrimin Şiiliğe özgü bir icat olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Evet devrimi Şii’liğe özgü olduğuna ikna etmenin yanında, Sünni Müslümanlara, Sünniliğin devrimci bir düşünce içermediğini, değişim ve dönüşüm düşüncesini içermediğini, Sünniliğin statüko ile birleşmek demek olduğunu, konformizm ile bütünleşmek demek olduğunu, Sünniliğin aynı zamanda her hangi bir toplumun istikrarsızlaştırılması durumunda, her otoriter rejimi kabule müsait olduğunu, yani istikrardan yana olduğunu ve istikrar için her türlü otoriter rejimi kabule müsait olduğunu telkin etmeye başladılar. Bu gün gelmiş olduğumuz nokta şudur. Hala içinde bulunduğumuz çatışmalar, gerilimler, karşıtlıklar ile ilgili şöyle bir durumdayız, biz ayrıntıları konuşuyoruz, derinlikleri konuşmuyoruz, sonuçları konuşuyoruz, nedenleri konuşmuyoruz. Yüzeyleri konuşuyoruz, olayları konuşuyoruz, olayların nedenine ilişkin hiçbir çözümleme yapmıyoruz. Çünkü hepimiz hergün medya uyuşturucuları alıyoruz. Bir de geleneksel tiranlık, geleneğin tiranlığı, toplumlarımızı, yani İslam toplumlarını bütünüyle sıradanlaştırmıştır. Halbuki devrim sıradışı bir dikkatin, sıradışı bir bilincin, sıradışı bir duyarlılığın, sıradışı bir öfkenin, hesaplaşmanın ifadesidir. Devrim yeniden hayata tarihe, dünyaya, siyasete yapısal anlamda müdahale amacı taşıyor. Halbuki sıradanlık ise hiçbir değişim talebini yapmıyor, içermiyor. O sadece ve sadece konjöktürel tercihler yapıyor, konjöktür ile bütünleşiyor. Koşullar böyle gerektiriyor diye başlayan her cümle hiçbir şey yapmamak anlamına geliyor. Yani devrim koşulların değiştirilebileceğini, tarihe müdahale edilebileceğini, siyasete müdahale edilebileceğini, yeni bir modelin mümkün olabileceğini, pekala toplumun onu benimsemesi durumunda pekala küresel sisteme meydan okuyabileceğini göstermesi açısından son derece çarpıcı bir örnektir. Bugün İslam dünyası devrimi konuşmak yerine mezhep karşıtlıklarını konuşuyor.
 
 
S. Çelik: Burada nokta koyalım isterseniz, zira söyleşimizin ilerleyen kısımlarında mezhep ve mezhepçilik konusuna değineceğiz.
Müslümanlar bugün bir sorun ile karşı karşıyalar. Müslümanlar artık Batının belirlemiş olduğu kavramlar üzerinden konuşuyor, siyasetten tutun da fikir planında her alanda Batının belirlemiş olduğu kavramlar, kalıplar ve sistemler içerisinde mücadele ediyor, bu yaklaşım doğru mu, Müslümanların bu kavramlarla ilişkisi nasıl olmalıdır?
A. Müftüoğlu: Bu konuda şunu söylemek durumundayız. Özellikle Avrupa merkezci dil bir takım kavramları sloganlaştırarak, dünya ölçeğinde kullanılabilir hale getiriyor propaganda yoluyla. Bu kavramlar örneğin insan hakları kavramı, demokrasi, özgürlük kavramları gibi. Bu kavramlarla ilgili olarak toplumlarda devrimci bir çözümleme yapılmamıştır. Bu kavramlar özellikle özgürlük kavramı son derece istismar edilen bir kavramdır ve insan hakları kavramı da böyledir. Demokrasi zaten hiçbir ciddiyeti olmayan bir kavramdır. Çünkü demokrasiler her türlü yozlaşmaya, bayağılaşmaya, her türlü kirliliğe müsait düzenlerin adıdır. Çünkü demokrasiler kendilerini sayılarla temsil ederler. Demokrasiler niteliklerle temsil edilmezler. Demokrasilerin niteliğe saygısı yoktur. Demokrasiler sayıların ilgisine ihtiyaç duyarlar. Niceliksel sayıların ilgisine ihtiyaç duyarlar. Buradan şu noktaya gelmek gerekiyor. Bu kavramların yücelttiği bir şey var, neoliberal dünya görüşü. Bu Neoliberal dünya görüşü, bugünün dünyasının en büyük diktatörlüğünün ifadesidir. Neoliberal diktatörlük, kendi kutsadığı ve takdis etiği kavramlar dışında farklı herhangi bir modelin, herhangi bir yerde gündeme gelmesine izin vermiyor. Nasıl izin vermiyor, zihinlerimizi terörize ederek izin vermiyor. Bu gün Türkiye neoliberal kavramları ithal ediyor. Kullandığımız, Müslümanlar da dahil olmak üzere şuan gündemdeki bütün kavramlar neoliberal dünya görüşünün ihraç ettiği kavramlardır. Mesela İnsan hakları bunlardan bir tanesidir, sivil toplum bunlardan bir tanesidir. Halbuki İslam toplumlarında sivil toplum kuruluşları camilerdir. Yani devlet ile toplumun ilişkisini düzenleyen kurumlar camilerdir. Çünkü camiler günde beş kez toplumun nabzını tutarlar halkın taleplerini, hassasiyetleri, beklentilerini yansıtırlar.
 
 
S. Çelik: Cuma namazı Müslümanların sorun ve problemlerinin konuşulduğu siyasi bir namaz değil midir bu bağlamda?
 
 
A. Müftüoğlu: Gayet tabi, Cuma namazı bir siyasal namazdır aynı zamanda. Bugün sivil toplumların Türkiye örneğinden yola çıkarak, İslam dünyası diğer toplumlarından yola çıkarak, hiçbir bağımsız insiyatif geliştirdikleri görülmemiştir. Sivil toplumların sömürgeci bir müdahale ile karşı karşıya oldukları halde, kendi ülkelerinin, kendi toplumlarının, kendi kültürlerinin, hukukunun temsil sadedinde ortaya koymuş oldukları hiçbir bağımsız insiyatif söz konusu değildir. Çünkü bu kavramlar o neoliberal dünya görüşünün kontrolü altındadır. Nerede, ne kadar, nasıl kullanılacağına ilişkin çözümlerle birlikte bu kavramlar ihraç ediliyor. Onun için bu neoliberal kavramların zihinlerimizdeki işgali ile ilgili şu ana kadar yapılmış entelektüel bir sorgulama yapılabilmiş değildir. Çünkü az önce de arz ettiğim gibi bizim entelektüel dünyamız suya sabuna dokunmayan bir dünyadır. Ve Avrupa merkezci tahakkümün, üreten dilin sınırlarını aşabilme liyakatine sahip değildir.
 
 
S. Çelik: Bugün Müslümanlara sorduğumuzda, Kuran’ı ve Nebevi sünneti ölçü-referans aldıklarını söylüyorlar. Fakat biz Müslümanların Kur’an’dan ve Nebevi sünnetten hayatlarına realize edeceği, pratize edeceği bir hareket, düşünce ve yaşam tarzını hayatlarına hakim kılamadıklarını görüyoruz. Sorun nerede ?
 
 
A. Müftüoğlu: Sorun şurada, burada bir çelişki var. Sürekli naslara atıf yapan Müslümanların, Kuran ve Sünnete atıf yapan Müslümanların yine Türkiye örneğinden yola çıkarak şunu düşünmeleri gerekir. Bizim sürekli atıfta bulunduğumuz Kitab-ı Kerim Kitab-ı Mecid referans kaynağı olmaktan çıkarılmıştır. Peki yerine ne ikame edilmiştir, demokrasi referans kaynağı edinilmiştir. Kapitalizm, sekülarizm referans kaynağı haline getirilmiştir. Kuran ve Sünnete atıfta bulunan bir topluluk eğer samimi ise ve kendisini İslam’a nispet ediyorsa, bütünüyle İslam’a nispet ediyorsa, yapması gereken bir şey vardır. Kendisini İslam’a nispet eden bir topluluk, seküler bilginin tahakküm üreten iktidarına karşı, Seküler bilginin Müslümanları araçsallaştıran iktidarına karşı ne yapması gerekir, bir meydan okuması gerekir, reddiye gerçekleştirmesi gerekir. Çünkü İslam ile Sekülerizm arasında büyük bir uçurum vardır. Şu anda Müslümanların sekülerizm ile uzlaşması demek, uçurumla uzlaşması, büyük bir uçurumla uzlaşması demektir. Bu iki kavramı ya da dünya görüşünü bir arada değerlendirmek asla ve kata mümkün değildir. Çünkü sekülerizmin İslam dünyası toplumlarıyla temasına ilşkin hiçbir İslami gerekçe bulunamaz, savunulamaz ve meşrulaştırılamaz. Sekülerizmin ortaya çıktığı Avrupa’da, o dönemim tarihsel gerçeklikleri sebebi ile daha doğrusu Hristiyanlığın kendi bünyesinde yaşadığı sorunlara bir cevap sadedinde ortaya çıktığı kabul edilebilir.
 
 
S. Çelik: Yani, İslam toplumunun Sekülerizmi yaşamaya, onunla barışmaya, yani kısacası İslam’ın kimyası buna müsait değil doğru mu?
 
 
A. Müftüoğlu: Hayır değil, sekülerizmin İslam dünyasına ihracı kadar büyük bir patoloji ve manyaklık olamaz. İslam dünyasına sekülerizmi ihracı ya da ithali kadar ve bunun kurumsallaştırılması kadar kabul edilemez bir durum yoktur. Bu gün Ku’ran’a ve Sünnete atıf yaparak çalışan bütün gurupların şunu düşünmesi lazım, sekülerizm Türkiye’de referans kaynağıdır, fakat İslam referans kaynağı değildir. İslam bugün sadece folklördür folklör, o kadar. Evet İslam Türkiye’de yalnızca bir folklördür, çünkü, kapitalizm bir belirleyicidir, bütün kavram ve kurumları ile tahakküm edicidir. Sekülerizm bütün kavram ve kurumları ile tayin edici ve belirleyicidir. Neoliberalizim, demokrasi bütün kavram ve kurumları ile tayin edici ve belirleyicidir. Fakat İslam hiçbir kavramı ile tayin edici ve belirleyici değildir. Yani İslam bu hali ile sadece folklorik olarak durmaktadır. Bugün Türkiye’de kendilerini Kuran’a, İslam’a nispet edenlerin, neden İslam’ın hukukuyla, emir ve nehiyleri ile amel edemiyoruz ile ilgili bir rahatsızlıkları olmalıyken, yoktur. Neden İslami eğitimi hayat kazandırmak gibi bir çözümleme üzerinden çalışmıyoruz. Neden hayatın her alanında seküler bilginin tahakkümüne boyun eğmiş durumdayız, diye sorgulamaları gerekirdi. Seküler hukuk, seküler eğitim, seküler siyaset, kapitalizm gibi her şeyi metalaştırdığı gibi dini de metalaştırıyor. Kendilerine İslam’a nispet edenlerin hiç değilse dinin metalaştırılmasına, pazarlanmasına, bir ticaret nesnesi haline getirilmesine itiraz etmeliydiler. Ama buna itiraz etmiyorlar. Dinin Neoliberalleştirilmesine, enitinkors, yani her şey mübah anlayışına itiraz etmeliydiler. Türkiye’de fuhşiyat ve münkerat özgürdür fakat İslam özgür değildir. Fuhşiyat ve münkerat neoliberal anlayışın himayesindedir. Mesela bugün Türkiye’de ahlakı savunan İslami çevreler bir cümleyi kurmak liyakatine sahip değildirler. Bu ahlaki değildir diye bir cümle kuramazsınız, ancak bu demokratik değildir diye bir cümle kurmak zorundasınız. Dolayısıyla, sürekli olarak naslara atıfta bulunarak kendilerini ifade eden toplulukların evvela nasların dilini özgürleştirmeleri iktiza eder. Bu dilin özgür olduğunu iddia edemezler. Bu dilin kamuoyuna yönelik hiçbir iddiası yoktur. Kişisel anlama yönelik iddiaları olabilir, fakat kamusal alana yönelik, kamusal alanın değiştirilmesine yönelik bir iddiası yoktur. Bugün Türkiye’de kamusal alanı biçimlendirmeye yönelik programlı bir çalışma ve bir proje yoktur. Evet, durum budur. Bu gün Türkiye’de Müslümanların gündeminde, kamusal alanın İslami temeller noktasında dönüştürülmesi hakkında hiç bir projesi yoktur.
S. Çelik: Günümüzde İslam toplumlarında, İslam coğrafyasında bir anlayış yükseltiliyor. Adına tekfircilik denilen bu anlayış, bir diğer Müslüman’ı tekfir ederek onun haklarını zayi ediyor, hatta kanını helal biliyor. Bu kabul edilebilir mi, tekfircilik bu güne ait bir durum mudur, yoksa tarihsel bir arka planı var mıdır? Bu gün tekfirci zihniyetin ortaya koymuş olduğu tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
 
A. Müftüoğlu: Tabi Tekfircilik anlayışının tarihsel bir arka planı vardır. Tarihte muhatapların ikili olarak birbirlerini ötekileştiren, karşıtlayan bir anlayışının türediği doğrudur. Ama günümüzdeki kadar bir fanatizme, bir militanlığa dönüşmüş değildi. Bu sorun İslami bir bütünlüğün kaybı ile alakalı bir sorundur. Yani özellikle ulus devletlerin, mezhepleri emperyal bir proje doğrultusunda şekillendirilmesi ile ilgili bir projedir ve bu bir komplo teorisi falan da değildir. Bu konuda şöyle bir örnek verilebilir; Napolyon Mısır seferi hazırlığı içindeyken, Avrupa’daki bütün oryantalist kuruluşlardan fikir ve öneriler alır. Girdiğimiz ülkede nasıl hareket edelim tarzında öneriler almak ister. Ve çok ilginç raporlar veririler kendisine. Görüş aldığı oryantalist kuruluşlardan bir tanesi şunu söyler; Mısır’a yanınızda sosyologlar, filozoflar, tarih bilimcileri, siyaset adamları, bilgelerden kadrolar götürün, onlar gittikleri ülkelerde toplumun geleneksel yapısıyla ilgili çalışmalar yapsınlar ve o toplumun nasıl değiştirilebileceğine ilişkin çözümlemeler yapsınlar. Birinci örnek budur ve Napolyon muhtemelen ikiyüz kadar bilim adamı ile Mısır’a gider. Burada Napolyon’a iki öneri sunarlar. Bu iki öneri çok önemlidir. Birincisi şudur; Burada ve girdiğiniz her ülkede Müslümanlar arasında etnik ve mezhepçi ayrılıkları derinleştirin. Evet, etnik ve mezhebi ayrılıkları derinleştirmeleri noktasında fikir verirler. İkinci olarak mistik, batıni, içrek tasavvufi ayrımları ise güçlendirin. Bu noktadan hareketle bakıldığında, Mısır’ı değerlendirirken, yapısal anlamda ve bütünsel anlamda, Napolyon’un Mısır’ı işgal ettiği dönemden bu güne gelinceye kadar, niteliksel anlamda Mısır’da büyük bir değişimin yaşanmadığını konuşmamız, tartışmamız gerekir. Bunu söylemek demek Mısır’lı Müslümanları tahkir etmek anlamına gelmez. Çünkü General Sisi’nin askeri darbesini ve faşizmini Mısır’da Nakşi tarikatleri desteklemişlerdir. Yani bunlar otoritenin yanında yer almışlardır. Otoritenin niteliğini hiç kimse tartışmamıştır. İslami bütünlüğün kaybıyla birlikte ne olmuştur, herkes İslam’ı bir parçaya indirgemiştir. Kimi İslam’ı yalnızca batıni bir parçaya indirgemiş, kimi İslam’ı yalnızca milli bir parçaya, kimi ise ulus devletçi, kimisi ise politik bir parçaya indirgemiştir. Kimisi yalnızda politik, hikemi bir parçaya, kimisi ise fıkhi bir parçaya indirgemiştir. Ve özellikle de bu parçaların niteralist okunması ile birlikte, o İslami bütünlüğün, derinliğin ve tarihsel birikimin bütünüyle yok sayılması anlamına gelmiştir. Yani tek boyutlu tek çizgili, tek boyutlu okumalar bu insanları bu tekfirci zihniyet boyutuna getirmiştir. Fakat koşullarımız kültürel bir yeterlilik içinde olmuş olsaydı, bu propagandaya alet olunmayacaktı. Bunun aynı zamanda İslami kesimlerin, İslam’ı sadece slogan düzeyinde algıladıkları ve emperyal müdahaleler tarafından sömürgeleştirilen zihinlerin kısıtlılığı yüzünden bu noktayı aşamamışlarıdır. Bu gün bu tekfircilik büyük ölçüde cahili saplantılarla, etnik ve mezhepçi saplantılarla alakalıdır. Eğer medeni bir topluluk olsaydık, hiçbir mezhebin kendisini ebedileştirmediği, dokunulmaz kılmadığı, mezhepler arasında sürekli olarak bir alışverişin mümkün olabileceği noktasında bulunuyor olacaktık. Halbuki şu anda mezhep merkezli bir dil kullanmıyor olacaktık. Mezhep merkezli bir dil kullanan bir topluluğun geleceği inşa etmesi beklenemez ve asıl mezhep merkezli bir dil kullanan toplumun ümmeti inşa etmesi beklenemez. Onun için İslami kaygısı olan hereksin mezhep merkezli bir dil yerine ümmet merkezli bir dili ne yapması gerekir, tercih etmesi gerekir.
 
 
S Çelik: Tekfirci düşünce nereden beslenir, kaynağı nedir sizce diye bir soru soracaktım, fakat siz bu sorunun cevabını verdiniz zaten, cahili saplantılardan, taassuptan ve önyargılardan, mezhebi saplantılarda beslenir dediniz, o yüzden geçiyorum..
 
 
A. Müftüoğlu: Evet aynı zamanda, tekfiriciliğin yayılmasında ulus devlet rekabetlerin de etkisi de vardır. Hiçbir olayı tek boyuta indirgeyerek çözemeyiz. Çünkü küresel bir çağda yaşıyoruz. Mesela bugün Ortadoğu’da yaşanan tüm gelişmelerin sonuç itibarı ile geldiği nokta şudur. Malesef tüm bu çatışmalar ve karışıklıklar İsrail’i daha çok rahatlatma ile sonuçlanmıştır. Yani bu baharlar, devrimler, tırnak içindeki devrimlerden söz ediyorum, İsrail’i rahatlatmaya yarayan bir sonuca dönüştü.
 
 
S. Çelik: Tekfircilerin söylemlerine baktığımız zaman Müslüman’ların vahdetini, ittihat-ı İslam’ı, ümmet düşüncesini, İslam kardeşliğini küçümsediklerini ve bunu beyhude işlerden saydıklarını fark ediyoruz. Sizce bunun ile neyi hedeflemek istiyorlar?
 
 
A. Müftüoğlu: Fanatizmin, bağnazlığın bir hedefi olamaz. Çünkü bağnazlık ufuksuzluk demektir, boyutsuzluk demektir önyargı demektir. Bağnazlar sürekli bir gerilim ortamında bulunurlar ve onlar kendi tarzları ile büyülenmişleridir. Kendi çizgileri dışında hiç kimseye saygıları yoktur, bencildirler, ufuksuzdurlar ve kendi gündemleri ile büyülendikleri için etraflarında ne olup bittiğinin farkında dahi değildirler. Mesela bugün bölgede yaşananlar dikkate alındığında, bu tekfircilerin ortaya koyduğu tavrın, ümmetin elindeki bütün imkanların imhası ile sonuçlandığını görebilmeliydiler. Mesela şu cümle üzerinde ısrarla durmalıyız; bugün Işid diye bir örgüt var ve bu örgütün, Işid’in ortaya koyduğu, İslam adına, kendisini İslam’a nispet ederek ortaya koyduğu bu vahşet barbarlık bir yüzyıl daha İslam dünyasında, Doğuda ve Batı’da İslam’ın, İslami davetin önünde bir engel olarak ortaya çıkacaktır. Yani bu örgüt İslam düşmanlarının yüz yıl boyunca rahatlıkla istifade edeceği bir malzemeyi ortaya koymuştur. İslamofobi’nin şu anda, Işid sebebiyle büyük mutluluk ve bahtiyarlık içerisinde olduğunu söylemek asla abartılı bir değerlendirme olamaz.
 
 
S. Çelik: İslam toplumu, mezheplerin çıktığı ilk dönemlerde yaşanan mezhebi ihtilafları kendi içinde kabul etmek zorunda kaldı ve entelektüel boyutta kalmak kaydıyla bu güne kadar bir şekilde kadar taşıdı. Fakat bu gün Müslüman’ların gündemine mezhep ve mezhepçiliğin şaşırtıcı ve keskin bir şekilde, şiddet ve çatışma dili kullanılarak, hız verilerek taşındığını görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
 
 
A. Müftüoğlu: Tabi bunu büyük bir ölçüde emperyal bir proje olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu düşünce biçimi komplocu bir yaklaşım değildir. Noam Chomsky “Kader Üçgeni” adlı kitabında, bu gün geldiğimiz noktanın özellikle seksenli yıllara ilişkin bir takım örnekler vererek anlatır. Yeni bir devrim olmaması için ne yapmak gerekir, sorusunu sormaktadır. Yeni bir devrim olmaması için Amerika Mısır Türkiye ve Suudi Arabistan arasında bir takım temasların olduğuna dair bilgiler verir. Bu sırada şu noktaya atıfta bulunur. Yeni bir devrim olmaması için ilgili ülkelerde Müslümanların devletçi, ulus devletçi bir İslam anlayışının, milliyetçi ve mezhepçi bir İslam anlayışına kazandırılması, dönüştürülmesi gerektiği noktasında bir mutabakat hasıl olur. Yani artık ulus devlet dinden daha kutsaldır, milliyet dinden daha kutsaldır ve mezhep dinden daha kutsaldır, şeklinde, Amerika öncülüğünde, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır arasında gerçekleşen bir mutabakat ortaya çıkar. 1981’li yıllardan söz ediyoruz. Evet, böyle bir çalışma yaparlar. Ve bunlar önlemler alırlar ve ilgili ülkelerde milliyetçi, devletçi ve mezhepçi din adamları yetiştirmeye çalışırlar. Nitekim bugün ulus devletlerin takdis edildiği her ülkede ulus devletin çıkarları, İslam’ın çıkarlarından öncedir.
 
 
S. Çelik: Tarihte iktidarlara payanda görevi sağlayan saray mollaları tabirinin bu günkü karşılığı bu din adamları olsa gerek?
 
 
A. Müftüoğlu: Elbette, tabi ki, bu gün Türkiye’deki camiler İslam’ı temsil etmekten çok, devleti temsil ederler. Devletin anlayışını, devletin çıkarlarını, kutsallarını temsil ederler. Ulus devletin sapkınlıklarını temsil ederler. Dolayısı ile orada şu çok önemlidir. Aynı dönemde Brzezinski, ABD’de Beyaz Saray’da danışmandır. Bu tür bir din anlayışının İslam dünyası toplumlarında hakimiyet sağlaması için Amerikan kongresinin milyarlarca dolar para ayırdığını söylemektedir. Bu görüşleri “Auto Control” kitabında yazılıdır. Yani Müslümanların ne tür bir dine inanacakları noktasındaki çalışmaların maliyeti Amerikan kongresi tarafından finanse edildiğini nakletmektedir. Biz şimdi sürekli olarak medya uyuşturucuları aldığımız için olayları bütün boyutları ile göremiyoruz, bütün boyutları ile nüfuz edemiyor, bütün boyutları konuşmuyoruz. Herkes sadece kendi boyutunu konuşuyor. Auto Control kitabında Brzezinski, bu tür bir din anlayışının İslam toplumuna kazandırılması için Amerikan kongresinde milyarlarca dolar para ayrıldığını söylemiştir. Ve bugün halen içinde bulunduğumuz dünyada, tırnak içinde hiçbir İslami cemaat bütüne ilişkin, temel İslam’i ilkeler, tevhidi ilkeler temelinde, kendisini ifade edemiyor. Ya bir geleneği temsil ediyor ya bir karizmaktik kişiyi temsil ediyor. Mesela bugün İslam toplumlarında ne var, kitleler ve sürüler var. Müslüman olmak ne demek, bütün bir dünyaya bakan, dikkate alan, dünyaya dair projesi olan demektir. Bizim var oluşumuz eylemle somutlaşan bir var oluş olmalıdır, mevcut olmak var olmak anlamına gelmez. İslam toplumları mevcuttur, ama var olmak başka bir şeydir. Mesela Türkiye bir varoluşsal bir duruş sergileyemiyor, çünkü kendi tercihlerinin öznesi değildir. İran bugün kendi tercihlerinin öznesidir ama diğer ülkeler kendi tercihlerinin öznesi değillerdir. İsrail kendi tercihlerinin öznesidir. Bakınız şu çok önemlidir. Biz Filistin’e ilaç yardımı yapıyoruz, para yardımı yapıyoruz, gıda yardımı yapıyoruz, iaşe yardımı yapıyoruz, ama siyasal yardımda bulunamıyoruz. Neden, onları çok sevdiğimizi söylüyoruz. Onlar için çok abartılı demeçler verebiliyoruz ama neden siyasal yardımda bulunamıyoruz. Çünkü sizin siyasal yardımda bulunacak gücünüz yok. Çünkü siz, mesela Türkiye olsun. Siz Amerikan üslerine ev sahipliği yapıyorsunuz, Nato’ya, Petriotlara ev sahipliği yapıyorsunuz, kapitalizme, sekülerizme, neoliberalizme, metaryalizme ev sahipliği yapıyorsunuz. Her şeyi her türlü yabancı ürüne ev sahipliği yapıyorsunuz ama İslam’a ev sahipliği yapmıyorsunuz. Fakat diğer tarafta ne yapıyorsunuz, çok abartılı politik retorik kullanıyorsunuz. Bu konuda Müslüman politikacıların da, Müslüman düşünce adamlarının da Müslüman entelektüellerin de çok hassas olmaları gerekir. Evvela nasıl bir ülkede yaşadıklarının ayrımında olmaları gerekir. Amerikan üslerine ev sahipliği yapıyorsunuz, Nato’ya, Patriot füzelerine ev sahipliği yapıyorsunuz, sekülarizme, kapitalizme, materyalizme ev sahipliği yapıyorsunuz, fakat İslam’a bütün kavram ve kurumları ile ev sahipliği yapamıyorsunuz; çünkü onu sadece kültürel bir folklora indirgemişsiniz. Bu halde bugünün gerçekliği karşısında konuşan Müslüman politik liderlerin, entellektüllerin ne yapması gerekir, çok dikkatli ve ölçülü bir dil kullanmaları gerekir.
 
 
S. Çelik: Bu söylemler Müslüman muhafazakarlıkla, muhafazakar kimliğe sahip olmakla izah edilebilir mi?
 
 
A. Müftüoğlu: Hayır edilemez, çünkü şöyle bir durumla karşı karşıyayız. İslam toplumları tam iki yüz yıldan beri hayali umutlar üretiyor. Neden hayali umutlar üretiyor, hiçbir zaman İslam toplumları İslam devrimi dışında hayati sorunlar ile yüzleşmeye cesaret edememişleridir, evet hayati sorunlara yüzleşmeye cesaret edememişlerdir. Asıl sorun bunlarla yüzleşmeye cesaret edememeleridir ve hala da edememektedirler. Biz hayali umutları tüketiyoruz. Sürekli olarak çok abartılı bir dil kullanıyoruz. Çok duygusal bir retorik kullanıyoruz ve popülizm yapıyoruz. Bu duygusallıklar ve popülizmler bizim gerçekleri görmemizi engelliyor ve o yüzden gerçekler ile yüzleşemiyoruz…
Söyleşinin devamını 2. bölümde sunacağız.
 
kaynak:www.nehirhaber.com
Bu haber toplam 2674 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.