HALİL İBRAHİM DÜZENLİ: CANSEVER MİMARİNİN İDEALİZE EDİLMESİNDEN YANA DEĞİLDİ

18.03.2015 18:21:05
HALİL İBRAHİM DÜZENLİ: CANSEVER MİMARİNİN İDEALİZE EDİLMESİNDEN YANA DEĞİLDİ

 Cansever, mimarinin idealize edilmesinden yana değildi

Halil İbrahim Düzenli, "Evi veya mimariyi idealize etme fikri Cansever’in yakın olduğu bir fikir değildir." dedi
Asım Öz -
İdrak ve İnşa, Turgut Cansever'in özellikle düşüncesine ve eserlerine yoğunlaşan bir çalışma. Mimarın söylediklerine dikkat kesilen, inşalarını gören Düzenli, Cansever'in kırk yedi projesine dair görsellerle hazırladığı proje açıklama tablolarıyla, eserleri farklı açılardan mukayeseli olarak analiz ettiği tablolarla bir "Turgut Cansever Kitabı" sunuyor okuyucuya.  Ahmet Davutoğlu'nun aidiyet ve medeniyet ben-idraki kavramsallaştırmalarını, araştırmasının kuramsal çerçevesi olarak belirleyen Düzenli, mimari otonomi kavramını da çalışmasının merkezî unsurlarından biri olarak konumlandırıyor. Düzenli bu eserinde ayrıca bilimsel bir araştırma disiplini olarak mimarlık ile uygulama sahası olarak mimarlık arasındaki etkileşim ve gerilimden hareketle, aidiyet, kimlik, özgünlük gibi Türkiye mimarlığının modern meselelerine de temas ediyor. Düzenli ile kitabı çerçevesinde Turgut Cansever’i konuştuk.*
Asım Öz: Turgut Cansever’in mimarlık anlayışından başlayalım isterseniz: Siz Cansever mimarlığını nasıl tanımlıyorsunuz?
Halil İbrahim Düzenli: Her şeyden önce bir inanmış adam olarak. Biraz çarpıtarak da olsa, Cemal Kafadar’ın kitabının başlığıyla “İki Cihan Âresinde” bir adam. Yaratıcının ve eşyanın tabiatının idrakinde ve buna uygun fiillerin, mimarlığın inşasının gayretinde birisi olarak. Benim çalışmamın başlığı da bunu vurguluyor zaten. Mimarlık anlayışı bunlardan bağımsız olarak düşünülemez. En azından söylemlerini dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye mimarlık ortamının eksik bıraktığı tarafı bu. Söylemini işin içine katanlar ve çoğunluğu mimar olmayanlar onun için zaten “bilge mimar”, “mütefekkir mimar”, “muhakkik mimar”, “düşünce adamı ve mimar” sıfatlarını kullanmıştı. Benim vurgum, her ikisinin birbirini baskılayan değil, bütünleyen şeyler olduğu noktasında.
Cansever mimarlığı üzerine çalışmaya nasıl başladınız?
Yıl 1997 idi. Mimarlık Bölümü lisans eğitimimin ikinci yılıydı. Turgut Cansever’in eserleriyle tanışmam o zamanlara denk geliyor. Amasya’da doğmuş, orta düzen bir Anadolu ailesinin ferdi olarak mimarlık bölümünü kazanmışım ve haliyle mimarlık konusunda neredeyse hiç bir şey bilmiyordum. Hele birinci sınıftan itibaren mimarlık ve sanata dair bilgiler, tasarım kuramları, oran-orantı gibi temel tasar kuralları, sürekli takip ettiğimiz yabancı dergilerdeki mimarlık ürünleri vs. ile üniversite öncesi bilgilerimle ve dünyaya bakış açımla neredeyse hiç örtüşmeyen karşılaşmalarım olmuştu. Fakat Cansever’in 1997’de yayınlanan Kubbeyi Yere Koymamak ile İslam’da Şehir ve Mimari kitaplarını okuduğumda mimarlığın aslında ailemden bana ulaşmış olan geleneksel bilgilerimle örtüştürebileceğini düşündüm. Mimarlıkla aramda bir bağ kurulmaya başladı. O zamanlar mimar olmaya asıl karar verdiğim zamanlardır diyebilirim. İşte bu tarihten sonra Cansever düşüncelerini ve mimarisini daha yakından takip etmeye başladım. 2000 yılında bitirme projesi konumuz mahalle tasarımıydı. Onu Cansever’in HABITAT II için kaleme almış olduğu Hak-iş yayınlarından çıkan Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler isimli kitabını referans alarak yaptım. Burada beni hayatımda en çok mutlu eden olaylardan bir tanesini de zikretmek isterim. Bitirme projesini 2000 yılında tamamlamıştım. 2003 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nde Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Cansever adına bir sempozyum düzenlenmişti ve o sempozyuma bir de Cansever sergisi eşlik ediyordu. Sergide Ballıkuyumcu Evleri’nin projelerini ilk defa gördüm ve bitirme projemle olan benzerliği beni çok mutlu etti. Sonuçta Cansever’in düşüncelerinden yola çıkarak somutlaştırmaya çalıştığım proje onun somut bir projesiyle oldukça benzerdi. Bu projeden sonra yüksek lisans tezimde de Turgut Cansever ve düşüncelerine çok daha yakından bakmak istedim. 2005 yılında tezimi savundum ve 2009 yılında da temelini o tezin oluşturduğu İdrak ve İnşa kitabı yayınlandı. Bütün bu öyküyü özetleyecek olursam Cansever üzerinde çalışma kararımın 1997 yılına kadar geriye gidebileceğini söylemek abartı olmaz sanırım.
Çalışmanızın hareket noktasını oluşturan mimari otonomi ve medeniyet ben-idraki kavramları nedir? Bu bağlamda Turgut Cansever'in söylemi ve yapılarının analizlerinden nasıl bir sonuca ulaştınız?
Sizin de bildiğiniz gibi kitabın adı ve alt başlığı şöyle: İdrak ve İnşa: Turgut Cansever Mimarlığının İki Düzlemi. Yukarıda da belirttiğim iki düzlem. Bu düzlemleri daha iyi anlayabilmek ve ayrıntılandırabilmek için gündeme getirdiğim iki kavramdır otonomi ve ben-idraki. Birbirinden bağımsız şeyler olduğunu düşünmüyorum elbette ama analitik bir çalışmanın alt başlıklarıdır bunlar. “Otonomi” Türkçe’ye “özerklik” olarak çevriliyor. Bilim ve sanat dallarının özerkliği tartışmalarının çok geniş bir literatürü var. Bunların dinden, ahlaktan vs. bağımsızlaşma serüveniyle ilgili tartışmalar.. Bu tip tartışmaları biraz indirgeyerek de olsa, benim kastım, mimarlığın sonuç ürün bağlamında ve diğer gönderme alanlarından bağımsız olarak, en basit tanımıyla bir biçim-işlev-yapı organizasyonu olduğunadır. Biçim oran-orantı, biçimsel tercihler, yüzeyler gibi kavramlarla açımlanabiliyor. İşlev ise yapının kullanışlılığının anlatan bir tabir. “Yapı”dan kasıt yapım sistemleri ve malzemeleri gibi daha çok teknik tercihler. Tabi tekrar edeyim, bu analitik bir çalışmanın da dayatmasıydı aslında. Miamrlık tarihinde bu üçlü Romalı mimar Vitruvius’un Venüstas, Utilitas ve Firmitas üçlüsüne tekabül ediyor. Bu organizasyon ne kadar başarılı ise söylem de o derece önemseniyor. Sanırım Cansever’in durduğu nokta bu. Ondandır ki, söylemiyle uzaktan yakından ilgilenmeyenler mimarinin bu “otonom” özelliklerine bakarak Cansever’i dikkate değer bulurlar. Tabi söylemle arasındaki bağlantıyı kurabilmek için bu üçlü sınıflamaya (biçim, işlev, yapı) anlam kategorisini de ekledim. Bu kategori mimarlık teorisinin yakın dönemli gelişmelerine de uyuyor. Mimarinin sadece biçim, işlev, yapı’dan ibaret olmadığı yönündeki özellikle modern sonrası post strüktüralist yorumlar bu kategoriye özel önem veriyordu.
Medeniyet ben-idraki kavramı ise bildiğiniz gibi Ahmet Davutoğlu’na ait. Ya da onun içini doldurduğu şekliyle ele alınıyor kitapta. Kısaca şu demek. Davutoğlu medeniyet ben-idraklerine göre beşe ayırıyor medeniyetleri ve İslam-Osmanlı medeniyetini güçlü ve esnek olarak nitelendiriyor. Güçlü özelliği boşluk bırakmayacak şekilde bütün dünyayı ontolojik zaviyeden anlamlandırma yetisinden kaynaklandırıyor. Esnek özelliği ise karşılaştığı medeniyetle kurduğu ilişki de saklı. Karşılaştığı medeniyetleri hiçe saymıyor, onlarla esnek bir ilişkiye giriyor, yani hem onlardan faydalanıyor hem de onlara sert bir biçimde itiraz etmeden bir şeyler katıyor. Ben bu kavramsallaştırmayı Cansever özeline indirgedim. Doğrusu Cansever’im düşüncesini ve mimarlığını anlamlandırmada çok değerli çağrışımlar vaat ediyordu.
İşte Cansever’i bu iki kavramsallaştırmayı birlikte ele alarak çözümlemek istedim. Kitabın isminde yer alan idrak “medeniyet ben-idraki”ne, inşa ise “mimari otonomi”ye referanslar barındırıyor içerisinde.
Başka bir zaviyeden şunları söyleyebilirim. Biraz da Türkiye’de tebellür eden iki anlayışı bir araya getirmeye çalıştım. Mimarlara “mimari otonomi”, mimar olmayanlara “medeniyet ben-idraki” zaviyesinden bir şeyler söylemek istedim. İkisini bir arada zikrederek, tersini de yapmış olabilirim. Mimarlar “medeniyet ben-idraki” kavramına, diğerleri ise “mimari otonomi”ye bir aşinalık kesbetmişlerse ne mutlu, diye düşünürüm.
Peki, onun mimarlık düşüncesine kırılmalar, dönüşümler yaşanmış mıdır hiç?
Bu sorunun cevabı kırılma ve dönüşümden ne kastettiğinize bağlı olarak değişebilir. Eğer kırılmadan kasıt biçim düzeyindeyse yani mimari otonomi odaklı ise evet bundan bahsedilebilir. Fakat kasıt söylemin ve uygulamaların birlikte düşünüldüğü bir çerçeveyle ilişkilendirilerek ortaya konuyorsa buna katılamam. Dönüşüm ise daha tarafsız ve insan tabiatına uygun bir kavram. Fakat burada da, Cansever biçim tercihleri açısından dönüşümler yaşamıştır ama bu son derece eksik bir yaklaşım olur. İşte ben-idraki gibi kavramları da işin içine soktuğunuzda biçimsel dönüşümün sadece biçime dönük olduğunu, ben-idrakinde ve mimarlık düşüncesinde bir dönüşüme tekabül etmediğini görürüz. Hatta bunun bile dönüşüm olarak tanımlanıp tanımlanamayacağını sorgulamamız gerekir. Pek tabii, ben-idraki’nin esnek özelliği ile açıklanabilir. 
“Kubbeyi yere koymamak” deyimi Cansever için ne anlama geliyor?
Her şeyi yerli yerine koymak anlamına geliyor. Her şeyi, yani düşünceyi, idraki, mimarlığı, inşayı, insanı.. Geleneği iyi öğrenmeyi ihtar ediyor. Yorumlanacak kalıpları iyi bilmeyi. Kubbe yere konabilir ama “neden yere konmamış” sorusunu cevaplandırmak gerekir yönünde bir sorgulamadan sonra.
Kubbeyi Yere Koymamak adlı kitabında, konut sorunu, cami mimarisi, kentlerin planlanması, kentlerin korunması gibi, somut, pratik birtakım konuların yanısıra, İslâm Dini, İslâm Felsefesi ile mimarlık arasındaki ilişkiler gibi kuramsal, aşkın birtakım konulara da yer veriyor. Onun için uygulamalı mimarlık mı, kuramsal mimarlık mı daha çekici?
Böyle bir ayırımı yaptığını sanmıyorum. İkisinin de gerekli olduğunu düşünüyor olmalı ki, her iki yönde de çalışmaları var. Ama mimarın mutlaka yapı yapması gerektiği yönünde sözler söylediği bilinir. Hatta bir keresinde bazı üniversite hocalarının kendisine yapı yapma isteklerinin ne derece fazla olduğunu söylediklerini anlatmıştı. Devamında da, bundan yola çıkarak uygulamanın önemine dair şeyler anlatmıştı. Dediğim gibi, sanırım somut ile soyut olan arasında bir ayrım gözetmiyordu. Her ikisinin de aynı amaca yönelmesi gerektiği meselesini daha fazla önemsiyordu. Aynı mananın farklı tezahürleri olarak bakılabilir bu iki alana. Bu aynı zamanda bir pencere pervazıyla bir şehrin biçimlenişi arasına; şehri şekillendiren ahalinin ahlaki değerleri ile yapı ustasının eserini oluştururkenki incelikli dokunuşları arasına bir sınır çekmemek gerektiğini de ihtar ediyor. Her ikisinde de tamlık ve insanın yaratılış gayesine uygun hareket etmesi esas
Peki, mimarlık sorunlarına, özellikle de ikinci tür; felsefi boyutları ağır basan konulara ilişkin savlarından dolayı dışlandığı ya da eleştirildiği olmuş mu?
Bunun olmadığını söylemek doğru olmaz sanırım. Her şeyden önce kendi meslektaşlarının bir sükut suikastı vardır bu konuda. Mimari eserleri görmezden gelinmemiştir ama düşüncesiyle ilgili reddiye dışında bir yorum neredeyse göremezsiniz mimarlık kamuoyunda. Bunu söylerken, onunla benzer düşünen insanların onu tanıma yıllarını da hesaba katmak gerekir. Bu tarih en iyimser şekliyle 1980’lerin sonunu işaret ediyor. Cansever’in 60’lı yaşlarına tekabül ediyor bu tarih. Sanırım asıl üzerinde düşünülmesi gereken budur. Bunu ciddi bir sosyolojik analizle, toplumsal tarih araştırmasıyla ele almak gerekiyor.
Mimar olarak eski ve yeniyi ne şekilde ilişkilendiriyor Cansever?
Mimari yani somut biçimler âlemi değişmez bir şey değildir ona göre. Fakat onu değiştirme kriterlerini açımlamak gerekli. İnsanın mutlak muktedir olduğu bir düzene itirazı var onun. Eskinin biçimlendirme sürecindeki “değişmezlerin” arayıcısı oldu. Hiçbir zaman salt biçim taklitçisi olmadı Cansever. Hatta eskiyi en çok yorumlayan ve uygulayan olduğu bile söylenebilir. Deyim yerindeyse “ibnü’l-vakt / vaktin oğlu” olmayı önemsiyor Cansever. Fakat vaktin oğlu olmak, geçmişte de vaktin oğlu olanları anlamayı gerekli kılıyor.
Bildiğiniz  üzere modern mimarlığın ana fikri bütün dünyaya egemen olacak evrensel bir üslup yaratmaktı. Oysa mimari ifade dünyanın değişik yerlerinde farklılık gösterebilir. Her ülkede mimarlığa ait farklı yaklaşımlar olacaktır. Modern mimarlık anlayışının postmodernizmle birlikte söylem bakımından aşınmaya uğradığı ortada. Ancak uygulama bakımından pek bir değişiklik olmadı gibi. . . Bu noktada Cansever’in mimarlık uygulamalarının belli başlı özellikleri nelerdir?
İnanca, geçmişe, yere ve bağlama özgülük önemli gözüküyor. Başka bir ifadeyle, değişken ve sabit olanların bilinmesi ve yerli yerinde kullanılması önemli. Özgünlük de buradan doğuyor. Cansever kendini topyekûn toplumu değiştirmeye adamış bir insandı aynı zamanda. En önemli aracı da mimarlıktı. Tabi arzu ettiği şey gerçekleşmedi diye bir kestirim de bulunmak ne kadar doğru olur bilemem ama hakikaten büyük bir iddianın sahibi olduğu söylenebilir. Bu başarısız olduğu anlamına gelmiyor. Söylenen, yazılan ve inşa edilen şey bir gün bir yerlerde yeniden doğabiliyor, yorumlanabiliyor. Bu anlamda vazifesini yerine getirdi sanırım. Sonuçta ilk defa bu kadar kuşatıcı bir söyleme sahip mimarı ilk defa görüyoruz modern zamanların Türkiye’sinde. Bunu tespit ettikten sonradır ki, o en önemli aracı olan mimarlık uygulamalarına değinebiliriz. Diğer mimarlardan ve mimarlıklardan ayrılan en önemli yanı şümullü bakış açısı. Ayrıca “modern mimarlık” denen şeye çok da mesafeli olduğunu söylemek yanlış olur. Sosyal bilimlerdeki “modernlik” ile mimarideki “modernlik” farklı şeyleri çağrıştırabiliyor. Cansever modern mimarinin babaları sayılan dört isme önem verir. Doçentlik tezi de bunlar üzerinedir. Onların dile getirdiği şeyleri eksik bulsa da büyük ölçüde önemser. Bu anlamda postmodern sorgulamalara daha bir ihtiyatla baktığı söylenebilir. Fakat modern mimarlığın “tekdüzeleştirici”, “her yerde aynı tarz” gibi iddialarına itirazı var elbette. Temelde onun sorunsallaştırdığı şey modern, postmodern gibi tabirler değil. O sanat ve mimarlık eserine önyargılardan sıyrılarak bakmış olan birisidir. Belki de Türkiye entelektüelleri arasındaki ayırt edici özelliği de budur. Onun sorunsalı insanı, İslam’ı ve geleneği anlama çabasıdır. Mimari uygulamalarında da bunu görürsünüz zaten. Büyükada’daki Anadolu Kulübü Oteli biçim olarak modern mimarlığa referans verirken, Demir Tatil Köyü daha yerel mimarlıklara göndermelerde bulunur. Ama her ikisinde de modern mimarlığın ve yerel geleneklerin tesiri yoktur demek yanlış olur. İşte Cansever’in yapılarına bakarken, alışageldiğimiz düşünme biçimlerinden ve sınıflamalardan sıyrılarak bakmamız gerekir. Mesela, taş ve ahşap gibi malzemelerin kullanımı hepimizin zihninde bir “geleneksel” imaj çizse de onun şu cümlesi düşünme alışkanlıklarımızı sorgulamamız gerektiğini anlatır: “Üst düzey yaklaşım ve bilinç olduktan sonra mimaride en önemsiz şey malzemedir”. Bir başka örnek itirazı kubbe meselesinedir. Çok yaygın olarak zihnimize işlenmiş olan tek kubbenin tevhidi simgelediği yönündeki söylem onun şu cümlesiyle dekonstrüksiyona uğrar: “Tek kubbeli yapılar tevhidin sembolüyse, çok kubbeli Bursa Ulu Camisi şirkin sembolü müdür?”. Bu söylediklerimin hepsi söyleşinin genelinde söylediklerimle birleştirildiğinde Cansever’in mimari uygulamalarının ne’liği sorusu da cevaplanmış olur.
Turgut Cansever İslam mimarisi ile Batı mimarisi arasında temel farklardan biri olarak resim ya da tasvirin İslam sanatları içinde, başta tevhid ilkesinin gözetilmesi olmak üzere, belli bazı sebeplerden dolayı büyük bir ihtiyatla karşılanmış, bu yüzden de büyük ölçüde mesafeli durulmuş bir sanat olduğunu ifade ediyor. İslami sanatın non-figüratif sanat oluşu Müslümanların belli bir dönemdeki içtihatlarının sonucu mudur, yoksa belli bir dönemde, bir sınır çizme anlayışından mı doğmuştur?
Bu soruyu cevaplamak farklı alanlarda baya bir uzmanlık gerektiriyor. Bu birikime sahip olduğumu düşünmüyorum ama haddimi aşmamaya gayret ederek bir şeyler söyleyebilirim. Bu içtihadın var olup olmadığını ya da nerelerde olup nerelerde olmadığını hakikaten bilemem. Bu konuda Gazali’ye atfedilen bir usul ölçüsü olduğunu duymuştum. Gazali’ye “müzik haram mıdır, helal mi?” diye soruyorlar. O da “Müzik, âlimin ilmini, fâsıkın fıskını arttırır” diyor. Buradaki misal müzik olsa da,  tasvir sanatlarıyla ilgili olmasa da usul ölçüsü olarak önemsiyorum bu cümleyi. Bana göre bu, tasvir sanatlarına da uyarlanabilir. Cansever’in bu meselelerdeki asıl vurgusu bizatihi sanatın nesnesine değil, muhatabına yöneliktir diye düşünüyorum. Muhatabı yönlendirmemesi, onun yaratıcıyla olan bağına halel getirmemesi ve her ferdin kendi bağını bizatihi kendisinin kurmasına imkân veren sanatlara önem veriyor Cansever ve İslam sanatının bu şiarla oluştuğunu söylüyor. Batı sanatının hepsine değil tabi, bazısına bu duruma imkân vermeği için eleştiriler yöneltiyor Cansever. Yoksa 20. yüzyıl başındaki kübizm gibi yeni eğilimler ve resimdeki yeni gelişmeler Cansever’in ilgisini çeken gelişmeler. Onun itirazı Hıristiyanlıktaki ve Rönesans’taki yönlendirmeye. Bu yönlendirme tevhid akidesine zarar veriyor ona göre. Ferdin bu konudaki salahiyetine halel getiriyor her şeyden önce. Çünkü “ferdiyetin yüceliği” de Cansever’in en fazla önem verdiği kavramlardan. Tabi dediğim gibi, İslam âlimlerinin bu konudaki tartışmaları konusunda ahkam kesmek istemem.
Günümüzde üretilen birçok cami yapısını, diğer yapı türlerine göre, özellikle “mimari düşünce” bakımından nasıl yaklaşır Cansever? 
Bir ev mimarisine, otel mimarisine ya da herhangi bir başka yapı tipine yaklaştığından farklı bir biçimde değil. Mimari düşünce, dediğinizde özellikle böyledir bu. Mimari alanını cami mimarisi, ev mimarisi, otel mimarisi diye tefrik etme yaklaşımı onun son derece uzak olduğu bir yaklaşım. Bir üst düzey yaklaşım olduğunda cami veya ev değişmiyor onun için. Yukarıda değişik vesilelerle bunu ifade ettiğimi zannediyorum. Ayrıca Cumhuriyet dönemi cami mimarisi ile ilgili bir tespiti son derece manidardır. Şöyle diyor: “Cumhuriyet, cami mimarisini ihmal ederek marazileştirdi”. Bu cami mimarisini bir sosyal hadiseyle de birlikte düşünmek gerektiğini ihtar ediyor. Bununla birlikte, yapılan yeni camilerin mimarisine de bolca itirazları olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.
İbadet mekânlarının tasarımında günümüzde giderek artan biçimde görülen bir tipoloji olarak, alta market, üste cami yapılıyor. İster mahalle arasındaki, isterse Kocatepe Cami gibi büyük ölçekli camilerde olsun durum aynı. Eskiden beri, camilerin arasta ve bedesten gibi ticari işlevlerle bir arada tasarlandığı anımsanırsa, bu durum yeni değil. Ama kompozisyon ve bozuk estetik düzlemler yeni. Nedir günümüzün ibadet yapısının üstlenebileceği “yeni” işlevler?
İbadet yapısının yeni işlev üstlenmesi gerekmiyor. Onun işlevi adı üzerinde “ibadet”. İbadetin biçimi en azından namazı düşünelim değişmiyor ki? Eğer hem geleneksel olanla birlikte düşünerek hem de modern bir zihinle ibadete yeni anlamlar yüklüyorsanız, somut anlamda bir kurs, bir kütüphane, hatta bir alışveriş merkezi vs. şeyler düşünülebilir. Bu mimariyi etkileyecek bir durum değil bana göre. Ama sizin de ifade ettiğiniz gibi, bu işlevler ne derece yenidir? Diğer taraftan “işlev”i metaforik olarak ele alırsak, asıl işlevi yani ibadeti “dosdoğru” yapmaya imkan verecek yeni şeylerden bahsedebiliriz. Bu da insanın o boşluk içersindeki duygulanımlarıyla alakalı bir şey. Bu konuda hüküm vermek doğru olmaz. Mimarın mahareti ve hissiyatı devrededir burada. Cansever’in Antalya’da inşa ettiği Karakaş Camisi bir örnektir buna. Büyük kesme taşlardan yapılmış eski bir Roma kapısının (Hadrian Kapısı) yanında son derece küçük moloz taşlarla yapılmış bir cami. Peki nedir burada “yeni” olan? Cami yaptırma derneğinin Hadrian Kapısı’yla ve iri taşlarıyla yarışır bir cami talebine karşılık, ona saygı gösteren fakat bunu yaparken malzeme bakımından kendi hususiyetini ve varlığını da ortaya koyan bir yapı. Cansever’in mimarisi işte budur. Bir yarıştan, büyüklükten, kibirden ziyade bîtaraflık, asudelik ve vakar. Cami mimarisinin “yeni işlev”inin Cansever’de karşılığı bu olsa gerek.
Evler çeşit çeşit…Safranbolu evleri Amsterdam evlerine benzemez. Bir cam ev ile, Çatalhöyük kazılarında ortaya çıkmış olan bir ev arasında dünyalar kadar fark vardır. Evlerle ilgili söylemler de çeşit çeşittir. Söz evlerden açıldığında, Sedat Hakkı Eldem başka söyler, Le Corbusier başka. Yazarı Heidegger olan bir ev kitabıyla, yazarı Wright olan bir ev kitabı aynı olamaz. Cansever’e göre ideal ev nasıl olmalı?
Bu soruya cevap teşkil edecek bazı ifadeleri az önce zikrettim. “İdeal ev” tanımının bizatihi sorunlu olduğunu düşünüyorum. Cansever’in yazdıkları ve söylediklerine bakarsanız hususen bu kavram üzerine bir vurgu neredeyse hiç göremezsiniz. Evi veya mimariyi idealize etme fikri Cansever’in yakın olduğu bir fikir değildir diye düşünüyorum. En azından biçim bakımından bu böyledir. Çünkü bu idealizasyon ve somutlaştırma işlevi çokça vurguladığı yaratılışın esaslarına, varlık tabakalarına ters düşmektedir. İhtiyaçlar, gelenek ve yaşanan zamanın imkânları belirleyicidir burada ve bunlar değiştiği zaman “ev” de değişebilir. Hem “hareket” kavramı ve varlığın dinamik karakteri Cansever’in temel kavramları arasındadır. Bunu söylerken meselenin Cansever tarafından konulmuş temelleri yoktur demek istemiyorum. Peki nedir? İnsanı ve insanlık birikimini dikkate almak, dini ve ahlakı bu alandan uzaklaştırmamak diye özetlenebilir. İnşa ettiği evler de bir fikir verebilir tabi. Mesela, Demir Tatil Köyü ile Ataç Evi, Ertegün Evi ile Ballıkuyumcu Evlerine bakılabilir. Biçim değişir, işlev değişir, konstrüksiyon değişir, malzeme değişir ama insani ölçek, yere ve kullanıcıya uygunluk, malzemenin gerekleri yerine getirme, tabiata saygı değişmez.   
Turgut Cansever Türkiye mimarlık ortamında belirleyici, “yönlendirici” ve öncü bir rol üstlenmiştir, diyebilir miyiz?
Bunu diyebiliriz elbette. Ama etkisini henüz gösterdiği kanaatinde değilim. Somut çevre bakımından söylüyorum bunu. Derinden bir şeylerin işlediğini fark edebiliyorum. Örneğin bazı tüzel kişilikler, gruplar ve bireylerin Cansever’i daha iyi anlamaya dönük çabaları artıyor. Daha da sevindirici olanı bu grupların içerisinde mimarların ve mimarlık öğrencilerinin çoğalması.
Günümüzde çoğu mimarın "ilginç, en ilginç" kavramının peşinde olduğu gözlemleniyor. Sizce yakın gelecekte mimarlık hangi doğrultuda bir yol izleyecek? Mimarlığın geleceği konusunda Cansever’in düşünsel katkıları ne olabilir?
Cansever’lerin çoğalması gerekir. Cansever’e eklemlenecek, ona itiraz edebilecek bir yükle yüklenmeli en azından mimarların bir kısmı. Ya da mimarlık üzerine düşünenlerin o ya da bu şekilde artması gerekir. İtirazlarının gerekçelerini açıklayabilmeliler ya da onunla birlikteliklerinin dayanaklarını. Bu tür bir zenginleşme olduğunda buna Cansever’in katkısı kendiliğinden olacak. Çünkü mimarlık üzerine düşünen ve aynı zamanda uygulama yapmış olan neredeyse ikinci bir mimar bulunmuyor. Böyle bir umut var mı derseniz, bu noktada Cansever’in de sıkça zikrettiği “gelecekten umutsuz olma müslümana has değildir” mealindeki hadis-i şerifi dikkate almak gerektiğini düşünüyorum. Şu an yakından bilmediğimiz ve gelecekte bilemeyeceğimiz insanlar muhakkak vardır ve olacaktır. Ayrıca mimari bürosunu devam ettiren kızı Emine Öğün ve damadı Mehmet Öğün ile diğer kızı Feyza Cansever ve de mimarlıkla ilgilenmeye devam ederse oğlu Hasan Cansever bizatihi Turgut Cansever’in tedrisinden geçmiş olan mimarlar. Onların somut ürünleri zaten Cansever’i şerh etmek demek olacak. Cansever’den yola çıkarak kendi üsluplarını ortaya koyuyorlar ve daha da geliştirecekler. Bunun da takipçisi olunması gerektiğini düşünüyorum.
Gelecekte mimarlık geleneksel anlamıyla daha zor olacak. Ya da mimarlık geleneksel anlamda tanımlanan sınırlarına sığmayacak. Bu kesin. Çünkü sürekli yoğunlaşan ve gelişen kentlerin durumu olası modernlik çeşitlerinin türediğini ve türeyeceğini gösteriyor. Mimar ve mimarlık da bundan muaf değil kuşkusuz. Küreselleşmenin etkisinin hızlandığı ve fiziksel sınırların ortadan kalkmaya başlığı bu dönemde mimarların söz söyleme kapasitesinin daha da azalacağını düşünüyorum. Söz söylemek şart değildir elbette. Somut örnekler üretmek yeterli de olabilir. Ama “hakikatin” arayıcılığında örnekler. Turgut Cansever’in geleceğe en önemli katkısı bu olacaktır.
* İdrak ve İnşa üzerine yapılan bu konuşma kitabın yayımlanması akabinde yapılmış fakat yayımlanmamıştır.
Kaynak: Dünya Bülteni
Bu haber toplam 3377 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.