Kemal Sayar İyiliğin kanatları / Köşe Yazısı - Kemal SAYAR

20.05.2020
Kemal SAYAR

Kemal SAYAR

 

İyiliğin kanatları

Kemal Sayar

Başkalarına ihtimam göstermek bizi gerçek manada insan kılan şeydir. Hayal ederek başka insanların zihnine, düşünce, umut ve duygularına girmek ve onların da bizim iç dünyamıza girmelerine izin vermek. Modern Batı düşüncesi insan bağımsızlığına yaptığı vurguyla başka bir insana ihtiyaç duymayı bir zayıflık alameti olarak görüyor ve gösteriyor. Çocuklar, hastalar veya çok yaşılar dışında hemen herkesin kendisine yetmesi ve özerk olması bekleniyor. Yakın ilişkilerde bile sevgi alış verişi elden çıkarılabilir bir mahiyette, öyle ki bağımsızlığın zorlandığı yerde feda edilmesi gerekebilir. Oysa insan insana, insan varlığa bağımlı. Bencilce rekabet günümüzde kardeşçe işbirliğini öncelese de ruhumuzda ötekinin ıstırabına duyarlılık var. Ne ki kapitalizm iyi yürekliler için tasarlanmış bir sistem değil. Günümüzde ‘girişim kültürü’ aşırı çalışma, endişe ve yalnızlaşmayla atbaşı gidiyor.

İyi olmak neden iyidir?

İnsanları kazananlar ve kaybedenler olarak ikiye bölen bir sistem, yaslandığımız toplumsal kurumların altını oyuyor ve hoyratlığı şaha kaldırıyor. Ağır baskı altındaki insanlar birbirlerine yabancılaşıyor, tıpkı zorbalığa maruz kalan bir çocuğun yeri geldiğinde zorbalığa meyletmesi gibi, iyi kalplilik de maliyeti yükseldiğinde kolayca elden çıkarılıyor. Burada şu can alıcı soru beliriyor: İnsanlar ekonomik bir dünyada yaşadıklarına göre, onlara ekonomik kazanç sağlamayacak herhangi bir etkinlikte neden ahlaklı davranmak zorunda olsunlar?  Modernliğin buna cevabı şöyle oldu: İyi kişi; oyunu kurallarına göre ve dürüst oynayan, güvenilir bir ekonomik toplum yaratmak için gerek duyulan ve herkesin izlemesi gereken temel ahlaki kuralları ihlal etmeyen, daha şanssız insanlar için şefkatli davranabilen kişidir. Yeterince iyi ve yeterince ahlaklı olmak bu temel şartlara uyumla sağlanabilirdi.  İyi olmak neden iyidir? Bu soruya farklı meşreplerden gelen cevaplar özetle insanın doğasında ahlaka bir eğilim olduğunu, insanın ahlaklı davranmasının kendi aklı icabınca gerektiğini, iyiliğin insanın haddi zatında kendi menfaatini gözetmesi olduğunu söylüyor. Oysa insanın kendi menfaatleri rağmına iyiliğe kanatlandığı, kendi hayatı pahasına insanlara yardım ettiği, kendi benliğini tamamen görmezden gelerek ‘hakkı tutup kaldırdığı’ durumlar var. Bunları nasıl açıklayacağız?

Ahenk nereden doğar?

İyiliğin kanatlarına tutunmaya her zamankinden çok ihtiyacımız var. İyiliğin izini sürmek, onu içimizde ve dışımızda bulmak, çoğaltmak ödevindeyiz. İyiliğe giden yol bizi bir yaşam bilgeliğine de ulaştıracaktır sonunda. Bilgeler hakkında söylenebilecek birçok ilginç şey var, belki bunlardan bir tanesi de, bilgelerin insanlık durumlarının yükünden boşalmış bir düşünme-eyleme tarzına sahip olmaları. Kadın – erkek, genç – yaşlı, zengin – fakir, milliyet ve hatta din intisaplarının arazları onların üzerinden sıyrılmış gibidir. Bir bilge konuştuğunda, konuşanın kim olduğunu, nereden konuştuğunu bilemeyiz. Sözün tekinsizliği bu yüzdendir, bizim de yerimizi kaybetmemize sebep olur. Söz işitildiyse, tüm kitabı baştan, yeniden okumak gerekecektir. Eğer insandaki bir ‘öz’den bahsedilebilecek olsaydı, bu kesinlikle çocukta yer tutmuş ve kökleştikçe yetişkini bilgeleştiren bir bakış aydınlığı olurdu. Gözün, idrakin, ruhun taze bir ışıkla dolup taşması, çocukta olduğu kadar bilgede de bizi tedirgin eden, ezberimizi bozan, rahatımızı kaçıran bir muzırlık. İlginçtir, Antik Yunan’da dile getirilmiş, bizim geleneğimizde de sıkça tekrarlanan bir görüş, kötülüğün kaynağının bilgisizlik olduğunu, buna mukabil iyiliğin, en üstün değer olarak insanın kendisine ve varlığa dair bilgisinin zorunlu bir sonucu olduğunu serdediyordu. Sokrates insanların kanaatlerini sorgulamalarıyla birer birer çürütürken bunu retorik merakından değil, muhatabını daha iyiye taşıyabilme umuduyla yapıyor, bilgiyi içselleştirmiş bir insanın iç ve dış dünyası ahenk içinde olacağından, onda artık kötülüğe bir meyil olamayacağını düşünüyordu. ‘Mutluluk’ diyordu Gandhi, ‘insanın düşündüklerinin, söylediklerinin ve yaptıklarının uyum içinde olmasından doğan ahenktir’.

Iris Murdoch da, İyinin Egemenliği kitabında “Ahlak felsefesindeki derin paradoks şudur ki, neredeyse bütün filozoflar iyiliği öyle ya da böyle bilgiyle tasvir etmeye eğilimliler… İyilik, sıradan dünyaya dair ne hakkın olursa olsun, objektif bilimsel bilgiyle değil, bilgiyle ilişkilidir; bu doğru ancak bu bilgi tam da durumun ne olduğunu süzülmüş ve dürüst bir bakışla bireyin karşısına çıkan her şeyi bir yolculuk olarak ve kendisini bir kâşif olarak gördüğü ve bu yolun sonunda da sadece ufku görmediği, aynı zamanda ahlaki disiplinle yola çıkmanın huzuruna da vardığı bir bilginin oluşturduğu bakıştır.” sözüyle, insanın sırtını bir buyruğa, sorgusuz bir itaate, bir angajmana dayayamayacağı, aradığı şeyle birlikte kendini de değiştirdiği bir ahlaki bilme tarzından bahsediyordu. Bu anlamda iyilik kendini sürekli sorgulama halinden beslenir. İyilik aynı zamanda bir seçim gerektirir, insan iradesinin bütünüyle kısıtlandığı bir yerde, sözgelimi ahlaki seçim için en ufak bir boşluk bile bırakmayan bir temerküz kampında veya insanın insan olma haysiyetinin elinden alındığı bir işkence evinde ahlak yasası kaybolabilir, iyilik ve kötülük kavramı kayıplara karışabilir.

Yaşamımızın sonraki dönemlerinde edindiğimiz –dil, toplum, kültür, aile vs-  sembolik düzleme ait birçok kabul, çocuktaki lekesiz “iyi” duygusunun yüzeyini buğulandırır. Oysa iyilik halinin ne olduğunu, dünyaya gözlerimizi açtığımız anın hemen sonrasından biliriz.

İyi olmak, anne sütüdür. Sadece, sütün ılık, tatlı, aydınlık ve doyurucu imgesi nedeniyle değil, habitusu nedeniyle de böyledir bu. Süt, aynı zamanda kucakta sarmalanmış olmak, ait olmak, güvende ve seviliyor olmaktır. İnsanın, ömrünün kalan kısmında aradığı, arzuladığı iyiliğin ölçüsü budur. Hem kendimizi iyi hissetmek için hem de bir başkasına iyilik yaparken gözettiğimiz nihai kaygı budur. En azından, bu ihtiyaçlardan birini karşılamak, o eksikliği kapatmaktır gayemiz. Çocuklar bunu henüz unutmamıştır, biz unuturuz.

Şair Süleyman Çobanoğlu  “ürkermiş gibi dünya, fısıltıyla yürüsem/ gülsem ilk yaşım gibi kendi kendime desem:/ bugün artık âzadsın kalbin her lekesinden/ tek iyiler tard olmaz çocukluk ülkesinden” diyor şiirinde. Belki bir de bilgeler ve şairler unutmaz.

İyilik, bize verili olandır. İnsan, “Kötülük niçin var?” diye sorar, çünkü iyiliğe iman etmiştir, iyiliği umar, kötülükten kırılır. Susan Neiman’ın Modern Düşüncede Kötülük kitabındaki ifadesiyle; “Bu olmamalıydı yargısında bulunduğumuz her seferde, bizi doğrudan kötülük sorununa götüren bir yola girmiş oluruz.

İyilik olmasa yeryüzü dönmez. İyilik olmasa sokaklarda yürüyemeyiz. İyilik olmasa insan insana güvenmez. “İnsanların yüreğinin derinliklerinde, maruz kalınan ve tanık olunan onca cürme rağmen ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez bir beklenti vardır. Her insanda kutsal olan, her şeyden önce işte budur.” demişti Simone Weil. İyilik kötülükten daha fazla olduğu için, hâlâ adalet mefhumuna güvenerek döndürüyoruz bu dünyayı. İyilik olmasaydı sabah evimizden akşam vakti evimize döneceğimiz bilgisiyle çıkamazdık. İyiliğin olmadığı bir dünya kaos ve belirsizliğin cari olduğu, insanın vahşileştiği bir dünya olurdu.

Robotik kodlama mı merhametin kodlaması mı?

Platon, iyiliği “Her ruhun takip ettiği, takip etmekten vazgeçmeyerek ilerlediği, doğasındaki sezgisel kavrayışla ona yöneldiği ancak onu her gördüğünde şaşkına dönmekten kendini alamadığıdır” diyerek tanımlıyor. İyilik insana yazılmış bir şeydir, insan merhamete kodlanmış olarak doğan bir varlık. Bir yaşındaki çocuk bile iyi ile kötüyü ayırt edebiliyor, bu konuda sayısız çalışma var. Kukla çalışmalarından bir tanesinde, iki kukla birbirine top atıyor, bir tanesi düzenli olarak topu iade ederken diğeri topu alıp kaçıyor. Sonra çocukların önüne bu iki kuklayı koyuyorlar ve birisini seçmesini istiyorlar. Küçücük bebekler, her zaman iyi kuklayı seçiyorlar. Veya o iki kuklanın başının dertte olduğu bir çalışma deseni oluşturuluyor, yardım için bebeğin bir kuklayı itmesi gerekiyor. Her zaman iyi kuklayı kurtarıyor bebekler. Bir yanlışlık, bir adaletsizlik olduğu zaman iki-üç yaşındaki çocuklar bu duruma itiraz ediyor. Sadece çocuklar değil, gelişmiş hayvanlar bile haksızlık olduğu zaman buna isyan ediyor. Bir maymun, kendisine ödül olarak verilecek bir muz karşılığında başka bir maymuna elektroşok verileceğini anlayınca, aç kalsa da o muzu istemiyor. Çok gelişmiş olmasa da hayvanlarda, daha yüksek düzeyde gelişmiş varlığın içine iyi kötü bir ahlak, merhamet duygusu yerleştirilmiş.

Gazzâli, İhyâ’sında şöyle yazıyor : “Âdil olup iyi insanlara yumuşaklıkla muâmele eden mütevâzı bir yönetici duyduğun ve bunun aksine olarak zâlim, acımasız bir yönetici duyduğun zaman, her ikisi de sana kâr ve zararı dokunmayacak şekilde uzak memleketlerde olsalar bile, bunlardan birine kalbinden nefret eder, diğerine sevgi duyar ve zorunlu olarak bu ayrımı yaparsın. Bu sevgi, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden sevmektir ki, bu sevgi ihsandan bir yarar görmeyen kimsede görülür. İşte bu bile sadece Allah’ı sevmeyi gerektirir. Başkası ise sebep ile ilgisi olması bakımından sevilir. Zira gerçekte ihsan eden Yüce Allah’tır.” Bizler bu iyilik ve ihsan bilgisiyle iyiye, merhamete yönelimli olarak doğuyoruz.  Şair “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” diyor ya, biz büyüdükçe ve konvansiyonel ahlak anlayışına uyum sağladıkça, bazen vicdan ve iyilikten uzaklaşabiliyoruz.

Allah bizi kime emanet etmişti?

Darwin sonrası biyolojik teori en güçlü organizmanın ayakta kaldığını va’z ediyordu uzun süre. Piyotr Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma adlı kitabında zoolog Kessler’in 1880 tarihli bir konuşmasından etkilenerek türlerin dayanışmasına dair başka bir teori serimledi çalışmalarıyla. Karşılıklı Mücadele yasasının yanında doğada Karşılıklı Yardımlaşma yasasının da bulunduğunu, hayatta kalma mücadelesinin başarısı ve türlerin tedrici evrimi için Karşılıklı Yardımlaşmanın çok daha önemli olduğunu açıkladığı bu kitabında, Goethe’nin henüz 19. yy başında söylediği “Bir yabancıyı besleme olgusuna tüm Doğa’da rastlandığı ve genel bir yasa niteliği taşıdığı doğruysa, birçok muamma çözülmüş olur.” sözünü de alıntılıyor. İster idealist, ister materyalist olalım, insan kardeşinin iyiliğine güvenebilmek, en derin ihtiyaçlarımızdan biri. Tanrı bizi birbirimize emanet etmiştir, etmemişse de biz başkasını bize emanet bilmek zorunda kalırız. Murdoch, “Dünya kötücül dermanı olmayan bir hastalık gibi bizi sarmalarken, realizme sarılanların bütün bu yolu gerçekçi bir bakışla yürüyüp onunla baş etmek dışında yapmaları gereken nedir? Böylesine bir kötü gidişatta İyi’den bahsedebilmek, Tanrı’nın başka bir kılıkla karşımızda belirmesinden başka bir şey değil (…) İyi, temsil edilebilen ve tanımlanabilen bir şey değil asla. En nihayetinde her birimiz aynı ölçüde ölümlü olmanın, zorunluluğun ve şansın merhameti eşiğindeyiz. İşte bu, bütün insanların kardeş olduklarına dair gerçek göstergelerdir.” demişti. Kendimizi kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarma çabasından, -sonuçsuz kalsa bile- sadece bu kaygıdan geçiyor.  Nazik olan, birbiriyle yardımlaşan, birbirine destek olan ayakta kalıyor.

İyilik, merhem olmak ister !

Hepimizin içinde kötü gezinir, bu insanın irade özgürlüğünün zorunlu bir yönü. İyiliğe meyyal olsak da kötü içimizde uykudadır ve kolektif bilinç tarafından düzenli olarak beslendiği belli şartlarda ayağa kalkabilir, uyanabilir. İyilik, her adımda ayağımıza takılan, tesadüfen ele geçen bir şey değildir, insan iyiliği de başka bir insandan görerek müstesna yüceliğini öğrenir.  Aynı şekilde, zerk edilen fikriyat kötülükse, maalesef onun da büyütülmesi mümkündür. Kötülüğün, bir gaye gibi, kendisini aşan bir şeyle bağlantısının olması lüzumlu değildir. Buna mukabil iyi olmak, hayatın dolaşıklığını anlayabilecek bir dizi karmaşık öngörüye sahip olmamızı gereksiniyor.  İyilik, şeylerin kusurlu, tamamlanmamış doğasını sever, onları daha fazla yıkmak yerine merhem olmak ister, kendinden bir şey vererek yaşatmak ister. Kötüler ise, kendilerinden alındığını hayal ettikleri bir şeyin eksikliğini tamamlamak için başkalarının hayatlarını sömürmekten imtina etmeyen insanlardır. Kötü kişiyi zorunluluğun esiri olarak, acı çekmekten kaçınan kişi olarak tanımlayan Agnes Heller, “Ahlaki olarak iyi insanlar, gündelik pratik hayatlarında başkalarına yanlış yapmaktansa yapılan yanlışlardan acı çekmenin daha iyi olduğu iddiasının doğruluğuna kefil olan bütün insanlardır… Ahlaki özerklik ve göreli yaderklik birbirini ön varsayar. Bu toplumsal ya da başka kısıtlamaları savunmak için söylenmiş değildir. Daha ziyade tersi doğrudur. Ahlaki olarak özerk insanlar, toplumsal kısıtlamalara meydan okuyan insanlardır.” diyor Bir Ahlak Kuramı’nda. İyi insanlar, kimse bakmadığında da doğru ve dürüstçe olanı yapmakla kalmaz, doğru olduğuna inandığı şeyi herkesin gözü önündeyken de onların kabullerine aykırı olsa bile yiğitçe müdafaa eder, esirger.

Çok uzaklara gitmeye lüzum yok, yakın tarihe bakalım. Bosna savaşında daha düne kadar birbirinin komşusu olan, yardımlaşan insanlar birden bire düşman oldular ve daha düne kadar kız alıp verdikleri Boşnaklara bazı Sırp caniler büyük katliamlar ve zulümler uyguladılar. Ruanda’da bazı Hutular, Tutsileri ve hatta ılımlı Hutuları katlettiler. İnsanoğlu, katliamın ve kötülüğün mazeretini üretmekte çok mahir. Okuduğum bir çalışmada, katliamdan sonra tutuklanan zindanlardaki Hutular ile görüşüyorlar ve “Niçin bebekleri satırlarla parçaladınız” diye soruyorlardı. “Eğer ben onu öldürmeseydim o büyüdüğünde gelip benden intikam alacaktı ve benim milletimi yok edecekti” diyordu soykırım suçluları. Kötülüğün kendini sureti hak gibi, idealizm gibi, vatanseverlik gibi gösteren değişik versiyonlarıyla da karşılaşabiliyoruz. Philip Zimbardo’nun 1971 tarihli meşhur Stanford Hapishane Deneyi bize şunu gösteriyor; hepimizin içinde bir kötülük bekler, biz ona fırsat verirsek uyanır ve bizi zalimleştirebilir. O kötülüğün bekçisi olmak zorundayız, o kötülüğü içimizde ıslah etmek zorundayız. Firavunlaşmamak, kendi nefsimize, egolaşmamıza, tiranlaşmamıza engel olmak zorundayız. Egomuzu, kendi nefsimizi her gün sigaya çekmek zorundayız.

Eğer bunu yapmazsak, gün gelir uygun koşulları bulduğumuzda güçsüz insanlara, mazluma, maduna karşı bir linç kalabalığının içinde kendimizi bulabiliriz.

Kazanan tarafta yer almak ve canavarlaşmak

İnsanı ahlaklı kılan şey, içindeki fren tertibatıdır. Güçlü olan tarafta yer almak çok kolaydır. Stanford Deneyi’nin iyi tarafı ise, kötülüğün bir parçası olma riskine rağmen bunun farkına varırsak aynı zamanda kötülüğü tedip edebilme, ıslah etme kudretini içimizde taşıdığımızı da bize göstermesi. Stanford Hapishanesi deneyinin bir benzeri Ebu Gureyb hapishanesinde bizzat deneyimlendi. Bir kongrede kendisiyle tanıştığım Zimbardo, “Ebu Gureyb’de olan her şey benim Stanford Deneyinde yaptığım deneyi doğruluyor.” demişti. Askeri üniformayı giymiş olan ve kazanan tarafta yer aldığı için kendilerini güçlü hisseden kişiler, mazlum insanlara karşı zalimleştiler, onların çıplak bedenleri üzerine çıkarak fotoğraflar çektirdiler.  İnsanın içinde gölgelenen kötülüğün, fırsat ve kuvvet bulduğunda bizi bir canavara dönüştürebileceğini bir kez daha görmüş olduk.

 

İyilik dediğimiz şey her zaman heybetli sıçramalarla ortaya çıkmaz, hayatın içindeki küçük edimlerle, eylemlerle ortaya çıkar. Burada ufacık şeylerle, ufak dikkatlerle, bir başka insanın nasıl bir hal içinde olduğunu anlamakla yani empati ile, bir başka insanla hem hal olabilmekle mümkün. Yani şu soruları sorabilmekle: Bu durumda acaba o ne hissediyor olabilir, onun yerinde ben olsam ne hissederdim, acaba onun sızısını nasıl dindirebilirim, ona nasıl yardımcı olabilirim? Bu sorular insan olabilmenin özünü ele verir. Ahlak dediğimiz şey empati duygusuyla, kendimi ötekinin yerine koyup, onun gibi olmanın neye benzediğini anlayabilmemle başlar. Bir başka insan gibi olmanın nasıl bir şey olduğunu merak edersem bir insana ırkından, kılık kıyafetinden, düşüncesinden dolayı zulüm uygulayabilir miyim?

Önemli olan bu hayal egzersizini yapabilmek. “Acaba ben onun yerinde olsam ne hissederdim?” Bu çok basit ama insanın insanlığını tanımlayan çok temel bir soru. Yunus’un bir beyti var diyor ki “Sen sana ne sanursan/ Ayruğa da onu san” Sen kendin için ne diliyorsan, öteki için de onu dile. Empati teriminden kaç yüzyıl önce söylemiş bunu. Eşrefoğlu Rûmî de Divân’ında “Ayruğu ko sana dolaş/ Senden kesil ana ulaş/ Senden içerusinde ol/ Nihanı iste bul bugün”  diyordu. Ayruk için iyiyi dilemek, elindeki sükkeri (şekeri) ayruğa sunup ağuyu kendi yutmak, bizim temiz irfanımızın düsturlarındandır. İnsanı dost bilmek, emanet bilmek, misafir bilmek bizim ruh dünyamıza da nakışlanmış bir meyil. Bu yüzden  “İnsan insanın kurdudur” sözünü değiştiriyorum; “İnsan insanın yurdudur.”

Biz birbirimiz için sığınak ve biz birbirimiz için ilticâgâhız.

Cemil Meriç’in “İyilik eden mükafat bekliyorsa tefecidir” sözü ne kadar derin bir hakikate işaret ediyor. Marcus Aurelius’un “Birisine iyilik etmişsen, daha fazla ne istiyorsun? Doğana uygun davranmış olmak yeterli değil mi senin için? Yaptığının karşılığını görmeyi mi arıyorsun daha?
Gözün görmek, ayakların yürümek için ödül istemeleri gibidir bu.” sözü de aynı hususa işaret ediyor.

Kuran’da, beni okuduğum zaman çarpan, sarhoş eden bir dizi ayet var Fussilet suresinde; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan bir tarzda sav. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık olan adeta sıcak bir dost olmuştur.” Bundan daha temel, bu kadar güzel bir etik, ahlaki kaide olabilir mi? Din ahlaktır, bizi yüce gönüllü olmaya çağırır. Bize düşmanlık etmek isteyenlerin dahi hayrı ve ıslahı için bir duruş ve dua sahibi olmalıyız. Sahili amansızca dövmek, hırçın dalgaların âdetinden olsa da, sahil topraklığından ötürü karşılık vermez, müşfik bir mukavemet gösterir ve gün olur deniz de bıkar, vazgeçip durulur. Sufyan-ı Sevri der ki, “İhsan, sana kötülük yapana iyilik yapmandır. İyiliğe iyilik bir alışverişten ibarettir.” Ahlak açısından ihsan, bir insanın sadece insanlara karşı değil, tüm varlığa karşı şefkatli, merhametli, kerem sahibi ve lütufkar olmasıdır. Mutasavvıflar, bundan dolayı tasavvufu, Allah’ın emrine saygı, yarattıklarına ise ihsan göstermek olarak tarif ederler. ‘Varlığın çobanı’ olarak tanımlıyordu insanı Heidegger; dünyaya ihtimam gösteren, genişletilmiş bilinç- vicdan sahibi bir canlı olarak.

İyiliğin muhabirleri olmalıyız!

Aliya İzzetbegoviç uzun yıllar önce okuduğum bir kitabında, “Bir kovboy filmi seyrederken kimi tutarız? Mazlumu tutarız. İşte bu, insanın içindeki iyiliğe işarettir.” diyordu mealen. Biz Türkiye’nin masum insanları, bozulmamış insanları bir dünya kupasında Avrupa takımlarına karşı bir Afrika takımını tutmaz mıyız? Dünyada mazlumun; daha iyiyi, bozulmamış ve saf olanı temsil edenin arkasında, aslında bir sürü yürek vardır. İyilik o yüzden aslında kuvvetlidir. Ama iyiliğin sesi çıkmaz. İyilik mütevazıdır. Kendini duyurmaz, bağırmaz. Alçakgönüllü insan, acı çekmenin ne demek olduğunu, insanı nasıl aşağıladığını bilir, bu yüzden o hepimiz içerisinde iyi insana en fazla yakın olandır. Kötülük ise haber bültenlerinde ön sıradadır. Çünkü kötülük satar, bizim tecessüs ve merak duygumuzu gıdıklar. Biraz da bize “oh bu kötülük bana bulaşmadı” hissini verdiği için haber bültenlerinde, gazetelerde en ön sayfalara kurulur. İyiliğin reklam edilmesini doğru bulmayanlar olabilir ancak elinde cep telefonu olan herhangi birinin kötü şeyleri çekip internet ortamına koyabildiği bir vasatta, iyiliği daha çok reklam etmeye ihtiyacımız var. İyiliğe itikadımızı sağlamlaştırmamız lazım. Herkesin muhabir olduğu bir çağdayız. İnsanlar iyilikleri çekmiyor, dikkat çekeceği için kötü hadiseleri çekip sanal ortamlara koyuyor ve biz de etrafımızın tamamen kötülükle örüldüğünü düşünüyoruz, iyiler mevzi kaybediyor. İyiliği ve iyi insanları ışığın altına getirmemiz gerekir. “Dünyada olup biten şeylerin aynı zamanda akla da uygun olduğuna ilişkin büyük sanı- ki, felsefe tarihine gerçek ilgisini veren ilk şeydir- farklı bir biçimde de olsa, Tanrı’nın inayetine güvenden başka bir şey değildir” diyordu Hegel. Önemli olan şu ki; iyiler ancak diğer herkesle beraber kaybediyor.

Diğerkâmlık, insanın kendi benliğinin dar sınırlarını aşıp bir başka insana gidebilmesi, onun içinde var olabilmesi demek. Güney Afrikalıların Ubuntu diye bir felsefesi var; Bizliğin Felsefesi. 1984 yılı Nobel barış ödülü sahibi Güney Afrikalı din adamı Desmond Tutu “Ubuntu’ya inanan bir insan diğerlerine açıktır. Diğerlerine olumludur. Diğerleri iyi ve yetenekli olduğunda tehdit altında hissetmez. Onun daha büyük bir bütünün parçası olduğunu bilmekten gelen bir özgüveni vardır. Ve diğerleri aşağılandığında, küçük düştüğünde, zulme uğradığında ya da ezildiğinde kendini de aşağılanmış hisseder (…) Ubuntu, insan ancak başka insanlar aracılığıyla insan olur, demektir. Aynı zamanda her yurttaşın bireysel ve toplumsal refahın arttırılması için Ubuntu, insanların birbirlerine bağlılıklarına odaklanan insancıl bir felsefedir” diye tanımlıyor bu felsefeyi. İnsanlar görünmez sicimlerle birbirine bağlı. Hepimiz yaptığımız hayrın da şerrin de bize bir şekilde dönüp geleceğini idrak etmek zorundayız. Yaptığımız her şey insanlık ailesinin iyiliğine katkıda bulunacak ya da kötülüğüne katkıda bulunacak. O da bizi bulmasa bile çocuklarımızı ileride bulacak. İnsan kendisini aşan, kendi menfaatinin ötesinde bir şeye hizmet ettiği zaman hayatından da mutmain oluyor. Bu hayatı boşa yaşamadığı hissini kazanıyor. Bir kez kalpten çıkıp da paylaşıldığında, insana misliyle geri dönmemiş bir iyilik yoktur. Siz o dönüşü bazen hemen görüp hissedemeseniz de, sevgi size geri döner, hayatınızı kuşatır. İyilik ‘eylem halinde sevgi’dir.Hakkında konuşamadığımız, tasrihe mecal olmayan şeyler tabii ki var. Ama konuşulamayan şeyler gösterilebilir.

Radikal iyilik

Askerliğimi Çorlu Asker Hastanesi’nde asteğmen psikiyatri uzmanı olarak yaptım. Asker çocuklara vizit yaparız, sabahları konuşuruz hastalarımızla tek tek. Askeri hastanelerde içtima şeklinde yapılır bu. Hastalardan bir tanesi ağır depresyonlu bir çocuk. Bir de hastaların içinde Siirtli kızıl saçlı bir çocuk vardı, hiç unutmuyorum onu. Ağır şizofreni hastası. Geldiğinden beri, iki haftadır hiç konuşmuyor. Hiç irtibat kuramıyoruz, soru soruyoruz, hiç cevap vermiyor, mecali kalmamış, dünyadan ilgisini kesmiş, bitkin gibi. Ağır depresyondaki çocuk hüngür hüngür nasıl ağlıyor doktor vizitinde: “Hayat çok kötü, kendimi sevmiyorum, dünya kötü, yaşamak istemiyorum…” Bizi de ağlatacak adeta. Bizim Siirtli çocuk birden hafifçe kıpırdandı, askeri intizamı bozdu, yavaş hareketlerle geldi geldi, o çocuğun boynuna sarıldı kaldı – ki hastalığı ondan daha ağır- sonra geçti yerine. Şaşkın bakakaldık insan ruhunun bu yükselişine. İşte insanın mucizesi bu: İyilikle, sevgiyle şaşırtır. Kötülüğüyle de şaşırtır.  Radikal kötülük diyor bir yazar. Öyle bir kötülük yapar ki bazen toplama kampları, soykırımlar, Bosna’da olan, Ruanda’da olan, Myanmar’da olan şeyler; kötülüğün tanımı değişir. Hiçbir havsalaya sığmayan bir şey de yapabilir maalesef insan. Ama radikal iyilik de var, insanın kendi nefsinden tümden feragat ettiği, Akif’in diliyle, ‘çiğnerim çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım’ diyebildiği anlar ve eylemler.

Çocuk anne-babayı kopyalayan, ailenin sırrını tevarüs eden bir varlık. Ahlaki standart olarak da bir büyüğünün birine iyilik yaptığını gören bir çocuk, kendisi de o iyiliği misliyle yapıyor. Anne- baba akrabayı ziyaret ederse, yaşlıyı, düşkünü, yoksulu ziyaret ederse, hayır yaparsa, o hayır ve iyilik kültürünün içinde yetişen çocuk da bunu örnek alıyor.

 

Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kitabına konu olan meşhur bir Adolf Eichmann davası vardır. Eichmann bir Nazi subayı, mahkemede yargılanırken “Niçin bu kadar insan gaz odalarına gönderilirken hiç sesinizi çıkarmadınız?” denildiğinde “Ben sadece vazifemi yaptım. Emirlere itaat ettim. Kant’ın söylediği manaya uygun olarak hiçbir ahlaksızlık yapmadım ben, görevlerimi yerine getirdim” diyor. Bu adam, munis bir adam, çocuklarına çok iyi bakan iyi bir aile babası, iyi bir eş fakat günlük hayatında bir kötülük emrini sorgusuz sualsiz uyguladığı için sıradan- banal bir kötülüğün içinde olan bir insan. Bazen kötülük ve vicdansızlık biz ona hayır diyemediğimiz için gelir. Bir hadis-i şerif var ; “Kötülükle karşılaşan biri, eliyle düzeltemiyorsa diliyle düzeltsin. Yapamıyorsa kalbiyle buğz etsin.” Hiç birini yapmadığınız zaman o kötülüğün itaat edenlerinden, icra enstrümanlarından biri oluyorsunuz. Çünkü dünyadaki vicdansızlıklara siz karşı durursanız, siz sesinizi yükseltirseniz kötülük mevzi kaybeder.

Susan Neiman, Ahlaki Açıklık adlı kitabında, Hz. İbrahim’in bir şehirdeki iyi kişilerin sayısını mümkün olduğu kadar aşağıda tutarak o şehrin kurtarılmaya değer olması konusunda Tanrı ile yaptığı pazarlıkla ilgili bir kıssa alıntıladıktan sonra “Ahlaki karar öyle tek seferde verilen ve her durumda geçerli olan bir şey değildir, farklılıkları gözetmeniz gerekir. Rakamlar önemlidir. Tonlamalar önemlidir. İbrahim’in üslubu bir tüccarı andırabilir ama zihni bir ahlakçının zihnidir. O, Tanrı’nın bile nüanslar hakkında değerlendirme yapmasını sağlıyorsa hiç birimiz bunu yapmaktan muaf olamayız. Ahlaki kararlar ağırdır, belirlidir ve nadiren mutlaktır. Bazı ahlaki gereksinmelerimiz vardır ki… bunlar hürmet ve nefreti ifade etme, örtmece ve iki yüzlülüğü reddetme gereksinimleridir ve şeylere adını koymayı içerir. Kendi hayatlarımızı anlamlı birer hikaye olarak kavrama gereksinimi de bunlara dahildir.” diyordu. İnsan, yaratanının birinci dereceden muhatabıdır ve O’nunla sohbet içinde olma, O’nun kelamını yorumlama imtiyazına sahiptir varlık içerisinde. Buna istinaden ve bunu yapabildiği oranda da kendi türdeşinin tahakkümünden halas bulur.

1960’ların başında yapılan Milgram deneyinin bize gösterdiği bir şey insanlar sorgulamadan, sadece ve sadece buyruklara boyun eğerek de suç işleyebilirler. Otoriteye itaat, insanlara farklı seçenek bırakılmadığında yaygın bir davranış tarzıdır. Ama bu deneyin değişik bir versiyonunda Milgram “Emre itiraz etme hakkına sahipsiniz” dediğinde, insanlar iniltileri, haykırışları duyduklarında bu çalışmayı yapmaya itiraz ediyorlar ve bırakıyorlar. Burada mesele çoğulculuğa, çok sesliliğe izin vermek. Vicdana alan açmak. Bunu yaptığımız zaman insan doğruyu seçiyor. Ama insanın önünü tıkadığınız ve buyurduğunuz, seçeneksiz bıraktığınız zaman çoğunluğu ve otoriteyi takip ederek kötüyü seçebiliyor.

Dünya tarihinde sessiz kalınarak, kötülük buyruklarına itaat edilerek işlenen suçlar, genel manada isyan edilerek işlenen suçlardan daha fazla. Pek çok suç maalesef, kanunsuz emre, kötü buyruğa itaat etmekten kaynaklanıyor. Her türlü fikriyat kötülüğü de alet edilebilir. İdealizm uğruna işlenmiş bir sürü cürüm var. Cioran’ın çok sevdiğim bir sözü var; “En büyük zalimler kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar.” diyor. Bazen büyük mazlumların çok büyük zalimlere dönüştüğünü de görebiliriz. Hepimizin kendi benliğimizi, kendi grubumuzu, kendi kabilemizin çıkarlarını ilahlaştırmadan sürekli bir nefis muhasebesi halinde kendimizi sorgulayarak nerede bir yanlış yapıyor olabilirim sorusunu sorarak, hangi davranışımla karşımdaki insana bir kötülük yapıyor ve onu incitiyor olabilirim sorusunu sorarak sürekli kendi nefsimizle bir muaheze, bir mücadele içinde olmamız lazım. Bu tür bir kendini sorgulama bizi firavunlaşma istidadından alıkoyar.

Kötülüğün baskın hale gelmesi mümkün değilse de akıl tutulması halleri istisnai bir durum değil. Bu en çok, biz ve onlar ayrımının etkinleştirilmesiyle oluyor. İnsan grup yönelimli bir varlık, bir gruba ait olma ihtiyacı duyuyoruz, bu ihtiyaç da çok kolay kışkırtılabiliyor. Biz düşüncesini benin önüne yerleştiremediğimizde, bizin içini bize benzemeyenleri de alacak şekilde genişletemediğimizdeonları kolayca kendimize tehdit sayabiliyoruz. İnsan iradesi ve vicdanı, sıkı sıkıya bağlı olduğumuz grup aidiyeti içerisinde eriyebiliyor. Kişi, ahlaki özne olma sorumluluğundan sıyrıldığını sanıyor, hiçkimseleşiyor, ‘niteliksiz adam’a dönüşebiliyor böyle durumlarda. Yakın tarihimizde katliama dönüşmüş bir Kayseri- Sivas maçı vardır. Bazı yapılar, Türkiye’de biz-onlar ayrımını çok başarılı şekilde manipüle edebildi maalesef. Çorum’da, Kahramanmaraş’ta insanlarımızı birbirine düşürdüler ve büyük katliamların mühendisliğini yaptılar. Düşman yaratmak çok kolay.

İnsanın çektiği acıların sorumluluğunu bir başkasına yıkması, çekilen acıda kendi sorumluluğunu gözden kaçırmasına yol açabilir. Bilinçdışı bir suçluluğun yarattığı acı kolaylıkla bir başkasına yüklenerek kendi vicdanlarımız temize çekilmiş olur.  Mesela pek çok ‘haksızlık koleksiyoncusu’ kendi suç ve haksızlıklarıyla yüzleşmek yerine ‘zalimi dışsallaştırarak’ olumsuz duygularından kurtulma eğilimindedir. Toplumsal düzeyde de ‘dış mihraklar’a atfedilen her suç, bizim eksik bıraktıklarımızı halının altına süpürür. Psikanalist Salman Akhtar, Acının Kaynakları’nda şöyle yazar: ‘’Başkalarını tehditkar olarak yapılandıran birey, kendi zihninin kabul edilemez kısımlarına erişimi kapamış olur. Kavga halindeki eşler birbirlerini bencil, empatik olmayan, hatta sosyopat olarak nitelendirdiklerinde, evliliklerindeki mutsuzlukta kendilerinin nasıl bir rol oynadığına bakmaktan kaçınırlar. Sorunlarını coğrafi sınırların dışına konumlandıran bir ulus da kendi sınırları içindeki politikaların halkının sıkıntısındaki payının tetkik edilmesine mani olmuş olur’’. Empati halkasını geniş tutmak, iyi bir milletin vasfıdır. Bu halka kendi aile ve sosyal grubumuzun dışına doğru genişledikçe, sosyal sermaye ve güven artar. Böylece daha sağlam kurumlar inşa eder, birbirimizle daha çok alış verişe girer, geleceğe daha büyük bir umutla bakarız. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “… her insanın hayatında hiçbir muhayyilenin icat edemeyeceği kadar aksaklık vardır, ve bu aksaklıklar o insanla beraber yetişmiş, büyümüş şahsî, nevi kendine mahsus şeylerdir. Kul kusursuz olmaz, sözü sırf bu gerçek için söylenmiş bir sözdür. Bu hikmetin gösterdiği yoldan gidip karşımızdakini tanımağa çalışacağımız yerde iftiraya kalkmak, âdeta pazar malıyla giyinmeğe benzer” der. Anlamak, hayatı bir bütün olarak kabullenmektir. İnsanlığın genel halini ve başkalarını anlamaksızın kendimizi anlayamayız. İnsan insana bağımlı ama kendisini büyütebilmeyi, olgunlaşmayı da becerebilmeli. Olgunluk da, ‘Benim ihtiyacım bu’ demeden önce, ‘onun ihtiyacı ne?’ diyebilmektir.

 

Hazreti Peygamber’in “gölgesi” her an başımızın üzerinde

Ezber kanaatlerle, önyargı ve zannın kötüsüyle muhatabımızı yargılamak, onu yaralamak kolay ve ucuz. Kolay ve ucuz olan her şey gibi de alıcısı çok. Ama kendine benzemeye, kendi cevheriyle, kendini işlemeye bir ömür cehdedecek insanların ahlakına, gayretine ihtiyacımız var. Peygamber bir insan olarak aramızda artık yaşamasa da şahs-ı manevîsi aramızdadır, elinin gölgesi her an başımızın üzerindedir. Bizim çabamız, onun ahlakıyla kendi tabiatımızı azami ölçüde mezcedebilmektir. Onun gibi, insana tüm vechemizle dönmek, muhsin olmak, kolaylaştıran ve müjdeleyen olmak, emin olmak. Ve başka şeyler; zor zamanlarda doğru olmak, başkasının hukukunu tefrik edebilmek, vefa, dostluğun erkânını korumak, sıyanetkârlık, hakşinaslık. Bir film repliğinde söylendiği gibi,

Düşmanlarınıza karşı çıkmak cesaret gerektirir. Fakat dostlarınıza karşı durmak daha büyük bir cesaret ister

İnsanlara ufak fısıltılarla varlıklarının, değerlerinin tehdit altında olduğu yanılsamasını yaratırsanız hemen bir öteki grubu çok kolay düşmanlaştırabilirsiniz. Tarihin çok büyük kötülükleri, büyük idealizmler adına da ortaya çıkabilir. Bazı insanlar bakarsınız çok mükemmeldir, değerlerine çok düşkündür ama bu coşkusunu, öteki saydığını yok etmekte kullanır. Bu türden kötülükler din adına da vicdansızca yapılabilir. Tanrı’nın varlığı her kötülüğü mübah kılmaz, bu tartışmaya açık bir konu değildir. Two Popes filminin bir diyaloğunda söylendiği gibi “Günah bir yaradır, leke değil. İyileştirilmesi, tedavi edilmesi gerekir.” Kötülüklerimizle bir başkasını yaraladığımızda, tövbe ile silinebilecek bir leke değil, kendi elimizle, aktif bir nedametle iyileştirmemiz gereken bir yara bırakırız. Yaratan, lekeler konusunda rahmeti gazabını aşmışken, yaraları nasıl iyileştirdiğimize dikkat kesilir.

Şiddetin kötülüğü, karşıdaki insanı insanlıktan çıkarmakla başlıyor. İsrailli eski bir dışişleri bakanının kan donduran sözünü hatırlayalım, “Filistinliler yılandır, onların başını küçükken ezeceksin” diyordu. Öteki saydığınızı insanlıktan çıkarmaya başladığınız an, Alevi- Sünni, Kürt- Türk birbirlerini insanlık haysiyetinden soyduğunda toplum içinde fay hatları derinleşmeye başlar. Ondan sonra insanlıktan çıkardığımız üzerine şiddet ve kötülük uygulamayı, kötülüğün icrasını doğal hak olarak görürüz.

Bana dikkatle bak, benim sana baktığım dikkatle !

Kötülük iyilikle iyileşebilir ama kötülüğün çok radikal bir versiyonu olan anti sosyal kişilik bozuklukları, ağır kişilik bozukluğu olarak vicdansızlık, iyileşmez, rehabilite olmaz. Onların ruhu iyiliğin eliyle de iyileşemeyecek kadar incinmiş ve parçalanmıştır. Muhyiddin Şekûr “İblisin Ademoğlu ile alıp verememesinin özünde derinlerde bir yerde İblisin incinmişliği yatar.” demişti. Bu doğru olsa bile, kendimizi korumaktan bizi alıkoyan bir gerçek değil. Kötülük bu tür insanların vicdanında bir iz bırakmaz. Kötülük her zaman kayıtsızlıkla ve suskunlukla besleniyor. Bir insan bir yerde zulme, haksızlığa uğrayıp da orada insanlar sus pus oluyorsa, orada kötülük cesaret ve mevzi kazanıyor. Yabancılaşma bir toplumda arttıkça, insanlar birbirinden uzaklaştıkça kötülüğün hız kazanması beklenmesi gereken bir şey. İyilik dediğimiz şey biraz da birbirimizin farkında olmakla, birbirimize dikkat kesilmekle verebildiğimiz bir şey. İyiliğin harcında dikkat vardır. Aidiyet istiyoruz ancak bir birey olarak tanınmayı da bekliyoruz. İyi bir eş veya arkadaşlık ilişkisi, sevgi ve ihtimamla olur. Gerçek ihtimam da keşfe, değişmeye ve büyümeye izin verir. Ne isek o olabildiğimiz, hayallerimizi izleyebildiğimiz, maske takmadığımız bir beraberlik. Her insan ait olmak, sevilmek, değer ve takdir görmek ister.

Hâfız-ı Şirâzî “Dostum, feleğin on günlük sevgisi masaldan, hikâyeden ibarettir. Dostlara iyilik etmek için şu on günlük fırsatı ganimet bil!… Ey kerem ve ihsan sahibi, selâmettesin, sağ, esensin. Buna şükret de yoksul biçareyi bir günceğiz olsun, sor, soruştur! İki cihanın da istirahati şu iki sözün tefsirinden ibarettir: Dostlara mürüvvet, düş­manlarla geçim!” diyor Divan’ında. Dosta da, ağyâre de güven ve adaletle muamele etmek gerekir şu birkaç günlük dünyada.

Ruhunu, önünde uzanan dünyaya ne ile açabilirsin ?

Bireysel varlığa yöneltilmiş adalet düşüncesini, o içtenlikli bakışı Simone Weil’den ödünç aldığımız, “katıksız dikkat” ve “ilgi” kelimeleriyle ifade edebiliriz. Cömertlik, dikkat vermektir günümüzde. Kimse kimseye dikkat etmiyor, baba oğul, anne baba, kardeşler birbirine dikkat etmiyor. Herkes önündeki bir ekrana bakıyor. İyilik etrafımızdaki canlıların varlığını fark etmektir. İyi olmak için dikkatimizi kendimizden ötekine kaydırmalıyız. Birbirimize en saf en temiz haliyle dikkatimizi yönelttiğimiz zaman, iyilik yönünde büyük bir adım atmış, insanlara bir ihsanda bulunmuş oluruz. Dikkatimizi hayırhah duygularla başka insanlara yönelttiğimiz her seferinde, içimizdeki kötülüğün bir kısmını yok ederiz. Dikkat dünyada canlı olabilme hali, ruhumuzu önümüzde uzanan dünyaya açabilme yeteneğidir. Bilgi bolluğunda bilgelik açlığı çekiyoruz. Dikkat hayatı dolu dolu yaşayabilmek için bütün varlığımızla orada olmak, hayatın bize öğretmesine izin vermektir.

 Dikkat iyiliği bize, bizi iyiliğe yaklaştırır.

İyilik evvelemirde her insanın saygın olduğunu, her insanın yaşamaya hakkı olduğunu, her insanın saygı görmeye hakkı olduğunu teslim etmekle başlar. Hatta bütün varlığın birbirine bağlı olduğu bilinci ve hepimizin aynı varlığın değişik görünümleri olduğu inancıyla ortaya çıkabilen bir şey. Hayvan olmakla benden daha aşağı haklara sahip değildir bir canlı, ona eziyet edemem, onu aç bırakamam. O zaman iyilik bumerangındaki gibi yaptığımız her iyilik bir şekilde insanlığın bir yerinde yankısını bulacaktır. Einstein’in, kızını kaybetmiş olan bir Musevi din adamına yazdığı mektup, varlığın birbirinden ayrılmazlığını çok güzel anlatıyor: ‘’İnsan, adına ‘Kâinat’ dediğimiz bütünün bir parçasıdır, zaman ve mekanca sınırlı bir parçası. Bilincinin yarattığı görsel bir vehim yüzünden kendisini, düşünce ve duygularını sanki başkalarından ayrıymış gibi deneyimler. Bu vehim bizler için bir tür hapishanedir. Görevimiz merhamet halkasını genişleterek bu hapishaneden özgürleşmek olmalıdır,  merhamet halkasını kendi güzelliği içinde var olan tüm canlı varlıkları ve doğayı kucaklayarak genişletmeliyiz. Bunu bütünüyle başarmak kimsenin harcı değildir, fakat böylesi bir başarı için ter dökmenin bizatihi kendisi, özgürleşmenin ve içsel güvenliğimizi inşa etmenin bir adımıdır.’’

Ateşi söndüren ve besleyen tek nefes

Bazen iyiliği göremeyebiliyoruz. İyilik sürekli aynı surette belirmiyor, bazı insanların mahcubiyetinde veya işlenmemiş cesaretinde çok gizli, çok ince şeffaf bir tülbent gibi olabiliyor. Ama iyiliği göremediğimiz bir yerde onu güzellik olarak görebiliyoruz. Güzel olan şeyler, hem güzeli hem de iyiyi taşımaya muktedirken, iyi, bir çerçeveye oturtulduğunda bazen kendini bile taşıyamıyor. İyinin ayakta ve sağlam durması için bizim anlatımıza ihtiyacı oluyor böyle zamanlarda. Ateşi söndüren de, besleyen de tek bir nefestir. Nefesteki niyeti anlamak mümkün olmuyor daima. İnsanlar çok iyi niyetlerle de incitebiliyorlar başkalarını. Paul Valéry’den iktibas edilen bir söz vardır; “Elimi dostça omzuna koydum, meğer yarası tam oradaymış”.

İyilik bazen, uzak kalabilmek inceliğini gösterebilmektir. Orada olmak ama yarayı deşmemek. Ezra Pound’un Konfüçyus’tan aktardığı bir deyişle devam edelim, “Tze-Chang sordu: İyi insan nasıl davranır? Konfüçyus; O başkalarının ayaklarına dolaşmaz. Duygularına dolaşmaz, iç odaya girmez.” İyilik, ona ihtiyacı olanın ölçüsüne ve meşrebine göre yapılmalıdır. Bu konuda ezberden bir görenek ahlakıyla davranmak, bizatihi muhatabı rahatsız eden, örseleyen bir kötülüğe dönüşebiliyor. İyilik yaparken gözetilmesi gereken başka hassasiyetler de var; Gönenli Mehmet Efendi “İnsanlara iyilik yaptınız mı uzaklaşın oradan, küçülmesinler yanınızda, size teşekkür etme ihtiyacı dahi duymasınlar.” diyordu. İyilik, zamanında ve mümkün olduğunca muhatabına sergilenmeden yapılmalı, veren verdiğini hemen unutmalı ancak alan, iyiliği daima hatırında tutmalı, vakti geldiğinde bu iyiliği varlığa iade etme sorumluluğunu taşımalıdır.

Ego sistemden eko sisteme geçmeden olmaz!

Yahya Kemal “Biz iki cihanda birden yaşayan insanlarız” diyor. Bizim kültürümüzde öte dünya ile bu dünya arasında büyük ayrımlar yok. Mezarlıklara gidip konuşuluyor, kabristana selam veriliyor. Ölüm düşüncesi, kötülüğün dayanaklarının ne kadar da hor olduğuna karşı bir uyarı tabelası görevi görür. Bir iyilik seferberliği başlatalım içimizde. Her akşam yatağa girmeden önce, bugün ne iyilik yaptım, kime ne kötülük yaptım, yapmış olabilirim diye muhasebe yapalım, sabah uyandığımızda bugün kime ne iyilik yapabilirim duygusuyla uyanalım. İyiliği baş tacı edelim. Hayatı olduğu gibi kabullenelim, iyi ve kötü, güzel ve çirkin bir arada. Sen de kusurlusun, karşındaki de. Ötekinin duygu ve bozgunlarını kabullenerek, öfke ve hayal kırıklığından kurtuluruz. Kendi kusurlarımızla yüzleşerek, ötekini suçlamaktan kurtuluruz.

Hepimizin yüreğine bir tutam tevazu otu serpilmesi lazım. Hepimizin ego sınırlarımızı çok yaymak, şişirmek, bütün dünyayı kaplayacak şekilde bir kibir abidesi olarak dolaşmak yerine biraz nefsimizin sınırlarını geriye çekmek ve ego sistemden eko sisteme geçmemiz lazım. Benliklerimizin etrafında kurduğumuz o şatolardan geri çekilip başka insanlara başka kalplere, bizden ayruk saydıklarımızın kalplerine gitmemiz ve onların hissettiklerini anlamaya gayret etmemiz lazım.  Gazetelerimizde, haber bültenlerimizde iyiliğe has yerler olsun, iyiliğe itikadımızı tazeleyelim. Bu toplum iyiler sayesinde ayakta duruyor. Bu toplumda milyonlarca iyi var. Ben karşılaşıyorum onlarla günlük hayatta. Birdenbire bir ev kadını çıkıyor karşıma ve “Ben şu Suriyeli ailenin bakımını üstlendim, onların iaşelerini temin ediyorum, yemek yapıyorum” diyor.

Yine Iris Murdoch, “İyiliği betimleyebilmek oldukça zordur ve tasviri pek mümkün gözükmüyor. Ama iyiliğin, en sıradan insanlarda en ikna edici bir biçimde kendisini ortaya koyduğu da gözden kaçmaz; örneğin, geniş ailelerde o en cömert, sessiz anneler buna örnek olabilir” diyordu.

İyiler, çoğu zaman iyi olduklarını bilmezler, bunun varlığın doğası olduğu inancıyla donanmışlardır. İyilik dönüştürür, hem uğradığı yerde, hem o iyiliğe aracı olan insanlarda, hem de biz tanık olanlarda bir dönüşüm yaratır. Bizi daha güzel insanlar kılar, dünyayı da daha yaşanılası bir yer kılar. Bir başka şairin, Haydar Ergülen’in “İyisin, hem yağmur, hem bahçe gibisin/ tanrıyı seninle sevindir/ unutma, sevindirmek yağmurun iyiliğidir” dizeleri yol göstersin bize. Daha teolojik düzlemde ele alırsak, insan kötüleşerek aşağıların aşağısı bir çukura düşebilir ve veya yücelerin yücesi olabilir. İnsan özü itibariyle iyiliği de kötülüğü de bir gölge gibi içinde taşır ama biz hangisini besleyeceğiz, nereye tabi olacağız, çocuklarımızı nereye tabi edecek ve hangisinin izlerini takip edeceğiz. Bizim buna karar vermemiz lazım. İyileşmenin yolu öncelikle içimizdeki kötülüğe hakim olmaktan ve  içsel fren tertibatımızı iyi sağlamaktan geçiyor. Çocuklarımıza ancak iyi örneklikler teşkil ederek ahlaki rehberler haline gelebiliriz. Çocuklarımızın analitik zekalarını önemsediğimiz kadar ahlaki ve manevi zekalarını da önemseyelim. Ahlaki ve manevi zeka aynı zamanda paylaşabilmeyi, verebilmeyi başarmak demektir. Bencil olmamak, sencil olmak, özgecil olmak, diğerkâm olabilmek demektir. Bir başka insanın zihninin içine girip, onu anlamaya çalışmak demektir.

İyiliği, profesyonel hayırseverler gibi, lütfediyormuş gibi yapamayız. İyilik, bir başka açıdan adaletin tezahürü için bizi araçsallaştıran şeydir. Adaletin yeryüzünde icrası için, ona hizmet etmek için iyi insanlar bir adım öne çıkar. İki insan arasındaki ilişkide iyilik, muhabbet suretindeyken, üçüncü kişinin olduğu her yerde, her toplulukta artık onun tanımı adaletin hanesinde yazılır. Kimin öncelikli olarak iyiliğe layık olduğundan tutun, iyiliğin şekline, ödeşme ve ödünleme kurallarına kadar, uzun erimli bir iyilik stratejisidir adalet. Evet, elbette acı verir, ama şeriatın kestiği parmak acımaz. Çünkü o, bir kangreni sağaltır. Çok keskin ve kıl kadar ince bir vicdanı gereksinir. Eşitlik kadar, adaletin ruhuna ters başka bir şey yoktur bu yüzden, zalim ve mazlumu aynı kefede tartmaz. Âkif gibi, zalimin hasmıdır ancak mazlumu sever. Bu yüzden iyiliğin muhabbete ait tınıları mutedil ve hatta sıcak tonlarda iken, adalete ait sesleri sert ve zecridir. Zalimi, adaletsiz davrananı affetmeye mecbur bırakılamaz mağdur. Merhamet adlı kitabımda da belirttiğim şekilde büyük ve geniş kapsamlı adaletsizliklerde, zulmü yapanla zulme maruz kalanı aynı çadırda buluşturup, zulmü yapanı mağdurun hikâyelerini dinlemeye mecbur etmek lazım. Bu yapıldı Güney Afrika’da. Gerçek sahipleri ülkenin yönetimini devraldıktan sonra çok büyük bir kaos oldu. Bir sürü insan işkenceden geçmiş, işkenceci polisler aralarında dolaşıyor. Ne yapacaklar? Hakikat ve Yüzleşme Komisyonları kurdular ve o komisyonlarda işkencecileri çıkarıp dinlemeye mecbur bıraktılar:  Adeta, “Bak işkence yaptıklarında bıraktığın hasar bu, sen geçip gittin, senin için o işkence yaptığın sıradan birisiydi ama onun ruhunda iyileşmez bir yara dokusu bıraktın” diyerek dinlettiler. O toplum iyileşebildiği kadarıyla yavaş yavaş böyle iyileşti. Böyle büyük acılar ve kötülüklerden sonra bu tür toplumsal seferberlikler ilan etmek lazım, acının akıp gideceği oluklar inşa edilebilmeli ki orada birikip tortulaşmasın.

Kimi insanlar çocukluklarında yaşadıkları zorlukları anlamlı bir hayatın basamağı kılarken, kimileri bunu ‘acı mıknatısı’ gibi kullanır ve inciten şeyi hayat boyu yeniden üretir. Fark acıya karşı takındığımız tutumda: Onu yutarak büyümek mi, onun tarafından yutularak bitmek mi?

 Dünya, insan olduğuna değecek yerdir, yeter ki, ardında bir iyilik buğusu ile geç dünyadan

İnsan iyileşmek ister. “İyilik fidanını dik” diyor Mevlana Divan-ı Kebir’de “zamana bir parlaklık, bir güç kuvvet bağışla; susamışlara bir su ver, koruğa bir lezzet ihsan et”… Tek bir insanın yaşamına bile olsa bir çeşni, bir güzellik katabilmekle, onun bizim varlığımız sayesinde daha rahat nefes alıp vermesini bilmekle, ardımızda bir iyilik buğusu bırakarak hafif adımlarla dünyadan geçmekle, hayatı da ölümü de iyileştiririz.

Bütün dünyayı onaramazsın ama onarmaya kolunun uzandığı yerden başlayabilirsin. Bir ruhun diğerine yardıma heveslendiği, azıcık da olsa bir ıstırabı dindirmeye talip olduğu her seferinde, dünya güzelleşir ve buraya geldiğimize, insan olduğumuza değer.

 Kaynak: mücerret.com

 

Bu yazı toplam 4594 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar
Gülay Gökşenoğlu
20 Ocak 2021 Çarşamba 13:48
13:48
Değerli Hocam, Sizi tv kitablarını takip eden düşünce yi , dini , felsefi , biyolojik , psikolojik , sosyolojik vb. bütün boyutlarıyla Toplumu aydınlatıyor sunuz , İYİLİĞİ DÜŞÜNME sizin de yazınız için teşekkür ederiz sağolun varolun.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.