EFENDİMİZ'İN (SAV.) ZEKATI-1 / MAHMUT AY
Bu yazı Yeni Şafak gazetesinin 29 Mart 2024 tarihli basınından alınmıştır.
Efendimiz (sav), fıtraten son derece cömert idiler. Peygamberlik tacıyla şereflenmeden önce de, imkânı nispetinde fakir fukaraya yardımcı olur, hayır hasenat işlerine öncülük ederlerdi. Nitekim Hz. Hatice Annemiz (ra), buna tanıklık etmiş ve O’nun (sav) bu yönünden çok etkilenmişti. Nübüvvete mazhar olduktan sonra, Efendimiz’in (sav) cömertliği o derece artmıştı ki, elinde avucunda ihtiyaç fazlası ne varsa hemen muhtaçlara dağıtır olmuştu. Bu sebeple; hiçbir zaman, üzerinden zekat verilmesi gerekecek miktarda bir mâlî birikimi olmamıştı. Dolayısıyla bu yazımız, O’nun (sav) kendi zekatını nasıl verdiği hakkında değil, tabiri caizse “neden zekat veremediği” hakkında olacaktır.
Bir başka ifadeyle, “O’nun (sav) cömertliği” ve “sadakaya düşkünlüğü” hakkında olacaktır. Efendimiz (sav), ihtiyaç fazlası mal mülk biriktirmek bir yana, bir gün dahi böyle bir malın elinde ve evinde beklemesine razı gelmezlerdi. Şayet hâne-i saâdetlerinde ihtiyaç fazlası bir para görürlerse; huzurları kaçar, onun derhal muhtaçlara dağıtılmasını emrederlerdi.
Sahâbîlerin anlatımlarına göre; hayatı boyunca kendisinden bir şey istenildiğinde, kimseye “hayır!” dememişlerdi. Kim; kendisinden bir şey istemişse, ya istediğini ya da elinde onun ihtiyacını gidermeye en müsait ne varsa onu vermişlerdir. Bunu yaparken de asla cömertlik gösterisi yapmamış, pür tevazu ve kemâl-i edeple “(Aman ha! Benim size bir şeyler verdiğimi zannetmeyin sakın!) Ben yalnızca dağıtıcıyım. Veren ise Allah’tır. Ben, O’nun verdiğini dağıtıyorum (Ene kâsim. Vallahu yu’tî).” buyururlardı. (Buhârî ve Müslim)
Zaman zaman Fedek ve Bahreyn gibi yerlerden Medine’ye haraç vergileri gelirdi. Efendimiz (sav); bunlardan kendisine bir şey almaz, bunların tamamı dağıtılana dek, gece sabahlara kadar Mescid-i Nebi’de beklerlerdi. Tamamı dağıtılınca rahatlar ve öyle hâne-i saâdete çekilirlerdi.
Efendimiz (sav), isteselerdi savaşlardan elde edilen ganimetlerden ve fethedilen yerlerden gelen vergilerden ciddi bir şahsî birikim yapıp müreffeh bir hayat yaşayabilirlerdi. Ancak kendileri, son derece sade ve mütevâzı bir hayat yaşamayı tercih etmişlerdi. Maddeye ve dünyaya nübüvvet makamının burcundan bakan bir zatın, başka türlü bir tercih yapması da herhalde beklenemezdi. Öte yandan, O (sav); kendisi son derece sade yaşarken, ashâbını ticaret yapıp para kazanmaya teşvik eder, Enes b. Malik gibi bazı sahâbîlerin zengin olmaları için özel dua ederdi. Meşhur bir hadisinde zikredildiği üzere, “Veren el, alan elden üstündür.” (Buhârî, “Zekat”) buyururlardı. Demek ki Müslümanın ticaret yapıp mal mülk sahibi olması, yadırganacak bir şey olmanın ötesinde, teşvik edilen bir şeydir O’nun (sav) nezdinde. O’nun (sav) öğrettiği İslâm’da yerilen şey, “dünya malına sahip olmak değil, esir olmaktır”. Dünya sevgisi kalbimize sahip olmadığı sürece, dünyalığa sahip olmakta bir beis yoktur.
Hz. Mevlânâ bu hususu, veciz bir şekilde şöyle ifade etmiştir: “Nedir dünya? Allah’tan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçü, tartı ve kadın dünya değildir. Malı din için, Allah için yüklenirsen; Peygamber buna ‘Ne güzel mal!’ demiştir.” (Mesnevî, çev. A. Gölpınarlı, I/242) Hz. Mevlânâ, son mısrada Efendimiz (sav)’in Amr b. As’a söylemiş oldukları “Temiz bir adamdaki temiz mal ne güzeldir!” (Buhârî, el- Edebu’l-Müfred) hadisine atıf yapmıştır. Bu hadis, aslında Muhammed Mustafa Efendimiz (sav)’in tebliğ etmiş olduğu İslâm’ın dünya malına bakışını gayet güzel özetlemektedir: Helâl yollarla kazanılmış bir mal, sâlih bir Mümin için ne kadar güzel bir şeydir. Zira onun elinde helâl, faydalı ve güzel bir yolda kullanılmış olacaktır. Özellikle günümüzde sermayenin, nasıl bir küresel tahakküm ve emperyal sömürü aracı haline geldiğini dikkate aldığımızda, Müslümanların sermayeden uzak durmayı dinî bir gerekçe ile açıklamalarına imkân yoktur. “Kuvvetli Mümin, zayıf Müminden hayırlıdır” (Müslim) hadis-i şerifinde de ifade buyurulduğu üzere, Mümin her alanda olduğu gibi, sermaye alanında da güçlü olmalıdır. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, sermayenin kulu değil, efendisi olmak gerektiğidir.
Efendimiz (sav)’in dünya malı hakkında kendine mahsus zühdünü “idealize” ederek, sanki her Müslüman bu şekilde olmalıymış gibi bir zehaba kapılıp, dünya malından uzak durmayı “romantize” eden bir dinin pratik hayatta “realize” edilmesi mümkün değildir. Milyarlarca insan içerisinde, belki üç beş zâhidin becerebileceği, “Bir lokma, bir hırka” mottosuyla maldan tamamen uzak durmak şeklindeki bir zühd hayatını, herkesin uygulaması gereken bir şey olarak telakki etmek, -özellikle günümüzde- asla doğru değildir. Sûfî geleneğe mensup bazı zevatın, zühd hayatını zaman zaman uç noktalara taşıdığı, pratik hayatta gerçekleştirilmesi neredeyse imkânsız olan bir “zühd miti/anlatısı” ürettikleri görülmektedir. Dilencilik yapmak, boyunda keşkül diyar diyar dolaşıp insanların eline muhtaç yaşamak, idealize edilecek bir Müslümanlık ya da sûfîlik olamaz. Olsa olsa, geçici bir süre yapılacak nefs terbiye yöntemi olabilir. Nitekim sûfî gelenek içerisinde bu tür aşırılıklara dikkat çekici bir dille karşı çıkan büyük sûfîler de olmuştur. Meselâ; Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri’nin, yanlış zühd telakkisini bilfiil eleştirmek üzere, bilinçli bir şekilde güzel giyinip, güzel atlara bindiği ve kaliteli yemekler yediği kaynaklarda anlatılır. Bir keresinde ziyaretine gelen birisinin, “Bu kadar güzel kıyafetler içinde nasıl sûfî olunur?” diye kendisine eleştirel bir soru yöneltmesi üzerine, Hz. Şazelî şu anlamlı cevabı vermiştir: “Senin üzerindeki bu pespaye kıyafet; insanlara ‘Ben, fakirim. Bana yardım edin!’ diyor. ‘Benim üzerimdeki güzel kıyafet ise, ‘Ben zenginim. Beni insanlara muhtaç etmeyen Allah’a şükürler olsun’ diyor.” Yine onun şu sözü, bu anlayışını aksettirmektedir: “Kuzuyu afiyetle yiyin! Yeter ki, peşinden binlerce şükredin! (Külû’l-harûf ve’z-kürû bi’l-ülûf).”
Hâsılı; Efendimiz (sav), dünyanın gördüğü en cömert insandı. Nasıl öyle olmasındı ki! Âlemlerin Yaratıcısı’nın en cömert davrandığı kulu, O’ydu. Böyle olunca Hak Teâlâ’nın; kendi üzerindeki maddi-manevî cömertliğinin semerelerini, O’nun kullarıyla paylaşmaktan manevî bir haz alırdı. O kadar cömertti ki, zekatı verilecek miktarda bir malı hiçbir zaman birikmemişti. O, dünyanın gördüğü en zâhit insandı. Nasıl öyle olmasındı ki! Mevlâ’nın O’na (sav) verdikleri yanında, dünyanın verdiklerinin hiç mukayesesi olur muydu? Dünyaya ve ahirete; maddeye ve manaya nübüvvet ufkundan bakan bir kalbin başka türlü davranması mümkün müydü?
Ey insanlık güzeli! Ey rahmet elçisi! Ey benim cânım Efendim! Salât sana, selâm sana, bu canlarımız hep feda sana!
Dünyada sünnetinden, ahirette şefaatinden mahrum olmamak niyazıyla…
Mahmut Ay
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İMSAK | GÜNEŞ | ÖĞLE | İKİNDİ | AKŞAM | YATSI |
04:22 | 05:44 | 11:45 | 14:58 | 17:34 | 18:49 |