Kaliforniya Benliği ya da İyileştiremeyen Terapi / Köşe Yazısı - Bilal AKGÜL

6.03.2019 22:32:02
Bilal AKGÜL

Bilal AKGÜL

Kaliforniya Benliği ya da İyileştiremeyen Terapi

Modern zamanların, sahip olduğu birçok imkâna rağmen, çeşitli bedensel ve ruhsal hastalıkları da tetiklediği genel kabul gören bir husustur. Hayattan huzur ve mutluluk adına devşirilmeye çalışılan nerede ise her kazanım, insanların içine girdiği boşluğu ve tatminsizliği arttırmakta, huzur ve mutluluğunu olumsuz etkilemekte, içini yakmakta olan yangının harını daha bir arttırmaktadır.

Çıkarı, maddi imkânlarını zenginleştirmeyi, tüketim imkânlarını arttırmayı amaçlayan her anlayış ve düşüncenin bırakın ruhsal tatmini arttırmayı, açlığını daha da arttıracaktır. Nitekim Batı medeniyetinin nerede ise muktedir olduğu her alanda-bölgede ruhsal bunalım ve kaosların artması bir tesadüf olarak görülebilir mi?

Psikiyatrist Kemal Sayar’ın, Batı’nın yetiştirdiği veya bu tezgâhtan yetişen insanları tanımlamada kullandığı kavramlardan biri Kaliforniya Benliği’dir. Batı medeniyetinin sadece olanı değil, gelecek ile ilgili insan tasarımlarını, amaçlarını bilmede Sayar’ın yaptığı bu tanımlamanın önemli olduğunu düşünüyorum: “Kaliforniya Benliği, modern bireyciliğin en içe dönük, en narsistik, en benmerkezci ve en kendini düşünen biçimini temsil eder. Bu benlik için yaşamanın temel amacı doğru seçimleri yapmak ve doğru şeyleri tüketmektir. Ne için? Hayattan olabildiğince çok almak, hazzı azamiye çıkarıp, acıyı asgariye indirmek için. Kaliforniya Benliği, duygusal adanmadan uzak, sadece haz ve kendi çıkarları peşindedir. Böylesi bir benliğin yapısının, yabancılaşma ve depresyonu tırmandırmasına şaşmamak gerek.” 

Bilimsellik adına duyguyu, maneviyatı, adanmışlığı, diğergamlığı hayatımızdan çıkarma amacı güden Batılı anlayış, ortaya koyduğu alternatif yaklaşımla hayata bir tüketim nesnesi olarak bakan, üretimi salt tüketimin bir aracı olarak gören bir yaklaşımın savunuculuğunu üstlenmiş, bu durum görünen o ki sadece Batı’yı bir ateş uçurumuna doğru sürüklememekte, bir şekilde Batıyla intisaplı her kesimi bu uçuruma doğru hızlı bir şekilde sürüklemektedir. Ve ilginçtir toplumun susuzluğunu gidermek için verdiği su, susuzluğu arttırma dışında bir etkide bulunmamaktadır.

İlginç bir paradokstan bahseder Sayar. Dinin toplumun gündeminden ve hayatından çıktığı oranda bilimin, başta psikoloji olmak üzere birçok bilim alanına bu boşluğu kapatma misyonu verildiğini ifade eder. Ters bir orantı oluştuğunu söyler bu kulvarda. Papaza olan ihtiyaç azaldıkça psikoterapiste olan ihtiyaç artmaktadır, dine olan ihtiyaç azaltıldıkça bilime olan bağlılık artmaktadır. Hatta bilimin kutsallığı… Sayar şöyle der: “Dinin sağladığı anlam, bilim ve modernlikle birlikte büyük ölçüde aşınmış, hatta psikoterapi mesleklerindeki insan sayısının artışıyla, rahip sayısının düşmesi arasında bir ilişki olduğu öne sürülmüştür. Ruhsal sorunların çözümünde din adamlarına ve dinin sağladığı anlam çerçevesine daha az itibar edilmesi, ”ruh sağaltımı”  alanında çalışacak yeni meslek erbabına ihtiyaç doğurmuştur” 

Sayar’ın tezine göre kendi medeniyet anlayışımızla baktığımızda ruhsal bozukluk olarak tanımlanan birçok rahatsızlığın aslında dinin emir ve yasaklarına içten bir bağlılık ve davranışta gösterilecek bir özenle giderilebileceğini söyleyebiliriz. Nitekim Batı medeniyeti de bunun farkında olacak ki içinde bulunduğu tatminsizlik paradoksunu aşmanın bir yolu olarak Uzakdoğu’nun mistik bazı egzersiz ve uygulamasını gündemleştirme gereği duymakta, ruhsal tatminsizliğini bu şekilde telafi etme, susuzluğunu giderme arayışına girmektedir.

Dini geleneği devre dışı bırakan, yerine seküler bilimi koyan bu anlayışın yeni din adamları olan psikoterapistler-psikologlar, bu alandaki boşluğu bırakın doldurmayı, varolan açığı daha da arttırmakta, hayatın merkezine kendini koyan insanın bu gidişatının problemli olduğunu sorgulamaktan uzak bir bencilliğin adeta tutsağı durumuna düşürmektedir. “Psikoterapinin iyileştirmeye çalıştığı hastalığı bizatihi üreten atomistik bir bireycilik yarattığı, kendi istek ve ihtiyaçlarımızı diğer insanların istek ve ihtiyaçlarının önüne koymamızı telkin ettiği, egoistik ihtiyaçları sosyal sadakate tercih ettiği ” artık nerede ise genel kabul görmeye başlayan bir durumdur.

Egoizmi, çıkarı, hazzı hayatın merkezine koyan Batılı anlayış, bireyi toplumdan koparmakta, onu adeta ıssız bir adada tek başına kalmanın hülyalarına götürmektedir. Nitekim Batı’nın gelecek tasarımları ile ilgili kitaplarına baktığımızda bunu çok açık bir şekilde görmek mümkündür. “Bireyciliğin bazı özgül sosyal ve ruhsal hastalıklara zemin hazırladığında ittifak edilmektedir. Klinik depresyon, intihar, boşanma, çocuk suiistimali, stres ve endişe bozuklukları bunlar arasında sayılabilir.” Oysa “İç çatışmaları çözmenin tek yolu psikanaliz değildir. Hayatın kendisi, hala, çok etkili bir terapisttir.” (Karen Horney, psikanalist) “Modernlik, kimliğin kısmi bir sosyal vakumda oluştuğu bir iklim yaratmıştır ve modern tecrübe, özel sosyal bağlardan mahrum kalmış, toz gibi havada uçuşan bireyler üretmektedir.”

Bireyleri ve toplumları bir arada tutan zemin kayganlaştıkça, bireysel ve toplumsal rahatsızlıkların, hastalıkların tetiklenmesi içten bile değildir.

ABD‘de bağımlılık maddelerinin yarattığı hastalıklara yapılan masraf, bu maddelerle mücadele etmeye ayrılan bütçenin nerede ise yüz katıdır. Bataklıkla mücadele yerine sineklerle mücadele misali… Tabi şunu söylemeden de geçmeyelim. Ruhsal-manevi temeli olmayan hiçbir yasak ve kural ikna edici, içten uygulamaların önünü açamaz. Nitekim içki yasağı sürecinde ABD’de yaşananların analizi bu anlamda dikkate değer verilerin sağlanmasına katkı sağlayacaktır. İnsan sağlığına zararlı olduğu kesin olan bir maddenin yasaklanması nasıl bir toplumu nerede ise kaosa sürükler?

Batı’nın yaptığı bilimsel çalışmaları bir süzgeçten, medeniyet süzgecinden geçirmeden olduğu gibi almanın birçok riski vardır. Merkezinde insanın olduğu alanlarda ise bu risk birkaç kat daha özeni gerektirmektedir. İnsan ile ilgili yapılan çalışmalarda özne olan medeniyetin karaktere kendi rengini vereceği bilincinden hareketle, bu alanda özgün, vahiy ve sünnetten beslenen çalışmalara olan ihtiyacın aciliyet arz ettiğini belirtmek isterim.

Bu anlamda sosyoloji, psikoloji başta olmak üzere dirilişe öncülük yapacak bilimlere Müslümanların daha bir itina ile yaklaşmaları, daha bir özen göstermeleri, içinde bulunduğumuz haleti ruhiyeden kurtulmamızın olmazsa olmazlarındandır. Aksi durumda Batı’nın bunalım çağının bizleri esir etmesinin önüne geçemeyiz.

Kaynakça: Kemal Sayar, Terapi- Kültürel Bir Eleştiri, Timaş Yayınları, İstanbul 2014

Not: Bu yazı Rehberlik Atölyesi’nde 06.03.2019 ‘da yapılan sunumun metnidir.

Bu yazı toplam 1076 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.